YÜREĞİMDEN YÜREĞİNİZE
 
  ***ANA SAYFA***
  ***BAŞÖRTÜSÜ DAVAMIZ***
  ***CİHAT***
  ***ALLAH(C.C.)***
  ***DUALAR***
  ***PEYGAMBERİMİZ(S.A.V)***
  ***GÜZEL YAZILAR***
  => Komik Yazılar
  *** VİDEOLAR***
  ***OYUNLAR***
  ***KUR'AN-I KERİM DİNLE***
  *** DOSTLUK***
  ***GÜZEL SÖZLER***
  ***VAN***
  ***ŞİİRLER***
  ***İLGİNNÇÇ***
  ***ANKETLER***
  ***BİLGİ YARIŞMASI***
  ***OKUL DERSLERİ ***
  GÖZ YANILMALARI
  ***ZİYARETÇİ DEFTERİ***
RABİA BAYEZİT
***GÜZEL YAZILAR***

 Resmin tam boyutunu görmek için üzerine tıklayın.


Gül Desem


Sahte güneslerde kavrulan gönlümün çatlayan vadilerine, piril piril gülümseyen bulutlar, gül kokan yagmurlarini usul usul indirse..Mevsimleri alsam kollarimin arasina.. Kista kalan bütün tohumlar gecelerinde, gülün kirmizi düsünü görse..Içimden kopup topraga titreyerek düsen her yaprak,hazanimi güle açilan bir yol bilse..
Bu dünyanin kizgin dalgalarinin dehseti ile parçalanan kiyilarim,bir gül vaktinde Ay'in yüregime vuran gölgesinde yetim baslarini oksayan o sefkatli elin merhametiyle onarilsa..Gecenin siyah perçemine karisan yalnizligimin solgun yüzü, bütün sessizlikleri sizlatan bir sedayla gönül aynalarima çarpip kirilsa..Kirilan her parça, yeni bir yüz olup bir gülün sesine dost olsa..
Gül desem..
Bu dünyaya dair ne varsa yeni bildigim, hepsi eskise bir bir içimde.Söguk bir hançer gibi damarlarimi yirtan isyanlarimi çekip çikarsam kalbimden..Kanayan yaralarimin sancisini bir gül yapraginin sicakligiyla dindirsem..Sicak, buhar buhar yükselirken semaya,ufkun ince çizgisine dogru aski soluyarak savrulan mahzun bir kum zerresi olsam..Gülün ayagini kaldirdigi yere, ben biraksam yüregimi.. Uzun yollarin yorgunluguna sükut eden bir çehreyle,kafesinden kurtulan bir güvercin misali, tutsakligi ruhumda elesem,ömrümün bir ucundan diger ucuna dek kosar adim gülün ates kirmizisi izini sürsem…
Gül desem..
Yalanin ve riyanin gökte yildizlarin isigini söndürdügü,mum isigina sürgün düstügüm vakitleri unutsam..Karanlik zincire vurulsa önce yedi yerinden, sonra eriyip aksa gözlerimden.Gül gölgelerinde oluk oluk kandiller yansa mehtabin titreyen gamzesinde..
Puslu çöllerin susuz feryadina bulansam içimin sessiz çigliklarini..Bir aksam yildizi duysa iniltilerimi de Inse, göklerden simleri dökülmüs gecenin gerdanina..Gül adinda bir isik saçsa ruhumun girdabina..
Artik hüzün sarkilarini söylemekten vazgeçse iklim..Siir siir bir özlemi tasisa ellerim.Her islandiginda bir gülü büyütse içinde gözlerim..
Gül desem..
Taif'e gitsem.Atilan taslara bir perde olup gerilsem.Sevr magarasinda kanatlanmayan kusun kanadinda bir tüye dönsem..Magarayi kapatan örümcegin agindaki bir ilmege ersem.
Gül desem..
Intizarimda kapanmayan gözlerime gül tozundan sürmeler çekilse,kalbimin surlari gül yapragindan örülse.Gönlümün kabuk baglayan yaniklarina gül adinda bir merhem sürülse.
Çehrelerin engebeli yollarina gülden bahçeler dösense..Her bahçede güle tutkun bir bülbül ötse.Kus yavrulari simsicak gülden hikayelerle isinsa..
Gül tasiyan çaglayanlar süzülse parmaklarimdan, topraktan gül devsiren düslerime..sokaklar,solgun isiklar,yakamozlar gül koksa..Caddelerde agaçlar,pencerelerde saksilar gül koksa..Demir parmakliklar gül dalindan yapilsa,onlar da baharda gül diye açsa..
Ayaz gecelerin kuytusunda,uykuyu bekleyen dertli gözlere, gül yudumlayan ninniler asude uykular tasisa.
Gül desem..
Gül renginde katmer katmer açilan guruptan ruhuma dökülse melekler.demet demet gül rayihasinda sallansa bütün besikler…Bir kusluk vakti gül adinda bir sizi düsse yüregime..Kabaran denizler gül diye çildirsa..Silkelense gök maviliginden.Gül yaginca semadan izdirabim insiraha dönüsse..
Gül desem..
Hasretinin sogugunda kiragi vuran çiçeklerim dirilip gürbüzlesse.Günahlarimin karasina boyanan kanim, gül renginde temizlense...Agir aksak yürüyen vicdanima can gelse..Ruhumun viran olmus baglari bir tutam bahar isigi ile tazelense..Gülün sefkati ile süslense boynu bükük fidanlarim..
Buket buket gülle doldurup heybemi, uzak diyarlara ömrünü adayan bir seyyah olsam.Her ülkenin açilmamis pasli kapilarina taze bir gül dali biraksam.Gözlerini yazmaya adamis bir hattat olsam.Her harfime bir gül düsürsem.
Ellerini nakislarina adayan bir nakkas olsam..Her nakisima bir gül sigdirsam.
Gül desem..
Güle yazilan bütün yazilari ben okusam.
Bütün siirleri ben ezberlesem.Güle adanan nefeslerim tükenene dek, bir gül destanini içinde ömür sürsem.Bütün sakiyan bülbüller sussa..Güle askimi ben söylesem.ben anlatsam..
Dökülse kanli paslari gözkapaklarinin.Kirilsa kapilari gülsüz geçen yillarimin.Içimi yakip yikan rüzgarlar gül sularinda durulsa..

Gül desem..
Beni bir gül sevse..
Beni bir gül anlasa…
O GÜL'DE MUHAMMED (SAV) OLSA...

alıntı


Resmin tam boyutunu görmek için üzerine tıklayın.


Tutarlılığını tutarsızlığını bir yana bırakırsak, yaşadığı ve yaşamaya devam ettiği bir hayatı vardır insanın. Bir yoldur tutturmuş gidiyor, bir tutkudur ardı sıra koşturduğu. Emin olmak ister attığı adımlardan. Henüz netlik kazanamamış adımlar...
Zayıf bedenine çullanmış bir yükü, altından kalkacağından şüphe duyduğu bir aşkı vardır. Şeffâf, nârin ve dayanıklı olarak bildiği, bilip sığındığı bir yürek var karşısında. Umutsuzlukta umut, hayatsızlıkta hayat, mutsuzlukta mutlu olabileceğini tahayyül ettiği ve bu sebeple sığındığı bir yürek... Ne tuhaftır tenhada yaşar ve yalnızdır insan...
Bir hayatı vardır, içinde hayatı saklamış, hayatı hayatî mânâlar yüklü. Peşinden gelenler vardır. Hayâlleri kadar geniş bir gönlü, günlü kadar sâde hayalleri vardır. Yalnızlıktan hayallerine sığındığında beyaz gönlü eşlik eder ona. Dertlerini bütünüyle paylaşacak bir dostu olmasa da, bütün dertlerini dinlediği bir çok arkadaşı vardır etrafında. İki ayağını birden uzatıp, iki bardak çay arası derdini paylaşacağı bir dost da gerekliymiş meğer, diye düşünür. Ne garibtir, garib olduğu kadar da kimsesiz ve yalnızdır insan.
Gün gelir yeni mekânlar ve yeni zamanlar içinde kaybolur insan. Hayata dair terennümleri değişir. Firâk kapıyı çalar; vuslat hatır istemez insandan ve yeni hayat biçimi, yeni zorluklar, ‘bu zamana dek gidenlerin ardından hüzünlenen kalbten ardına bakmaması istenir.’ Aşklar beliriverir gözünde. Hüzün katar, hüzün dolu heybesine. Yüreği taşkınlığına dayanamaz hale gelir hüzün katarına. Uygulaması zor bir karardır. Bir duası vardır insanın, adedi belli olan nefesleri, bir de yıkılmayacağından emin olduğu bir dayanağı vardır. Allah!...
Bütün bunların şuuru içerisinde gitmeye odaklanır insan. Prensiplerini tahakkuk etmekten kaçışı yoktur kaderin. Kader, teslim olmaktır ve uzak olmaktır kederden. Dönüşü olmayacak yeni yolun başında, yeni ayakkabılarla yürümesi gerektiğini anlayacaktır.
Terk ederek fâniyi, fenâda kendisi ile beraberce yaşamaya başlayacaktır.
Sırtında acı bir yalnızlık...
Kimsecikler içinde yapayalnızlık içerisinde, kendisine sunulmuş hayat kadehini Niyaz-i Mısrî’nin, ‘Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp / Şevk ile her dem uçup, çağırırım, dost, dost!’ ifadeleri ile anlattığı dosta doğru. Yüreğinin sıcaklığıyla tüketecektir bütün yolları. Bütün korku ve acıları aşacaktır yalnız başına insan.

Hayata tarifi yalnız yapacak.
Hayatın hesabını yalnız verecek.
Bu dünyaya yalnız geldiği gibi;
Öbür dünyaya da yalnız gidecek...

M. Zahir Ertekin







AşK

Her kimin yakası bir aşktan dolayı yırtılmışsa, o hırstan ve ayıptan tamamıyla temizlenmiştir.

Kimde aşk endişesi yoksa, o kanatsız kalmış bir kuş gibidir, vah ona!

Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şad ol!..

Toprak beden, aşktan dolayı göklere çıktı; dağ (bile aşktan) oynamaya başladı, çevikleşti.

Yemyeşil aşk bağının sonu, ucu-bucağı yok; orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var!

Aşk dâvaya benzer; cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa dâvayı kazanamazsın ki!

Her ne kadar dille anlatmak aydınlatıcı ise de dile (gelmeyen) aşk, daha parlaktır.

Aşk seçkin erler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nâdirdir, çoğu zaman kurtulur.

Aşkın yüzlerce nazı, edâsı, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir.

Aşk vefakâr olduğu için vefakâr olanı satın alır. Vefasız adama bakmaz bile.

Aşkın beş yüz kanadı vardır. Her kanadı, arştan yer altına kadar bütün kâinatı kaplar.

Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır; aşk, dağı kum gibi ezer, eritir.

Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar; aşk, sebepsiz yeryüzünü titretir.

Temiz aşk, Muhammed’le eşti. Allah aşk yüzünden ona “Sen olmasaydın...” dedi.

Hasılı o, aşkta tekti. Onun için Allah, peygamberler içinden O’nu seçti.

Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.

Bu dünya pazarında sermaye altındır; o dünyada ise aşk ve iki ıslak göz.

Zahirî güzelliğe ait bulunan aşklar da aşk değildir; onlar sonunda bir utanç vesilesi olur.

En güzel olan Allah aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir...

Âşıklık, gönül iniltisinden belli olur; gönül derdi gibi bir dert yoktur.

Âşığın hastalığı diğerlerinden farklıdır; aşk, Hak sırlarının üsturlâbıdır.

Âşıklar ferahlık kadehini, sevgililerin eliyle öldürüldükleri zaman içerler.

Dirhem vermek cömert kişiye lâyıktır. Can vermek de esasen âşığın vergisidir.

Âşık, aşk diyarında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur.

Âşıkların varlıkla işi yoktur; âşıklar, kârlarını sermayesiz elde ederler.

Âşıklar, yoklukta çadır kurarlar; onlar, yokluk gibi bir renktedirler, bir tek ruhları vardır onların!

Âşıklara sevgilinin güzelliği müderristir; defterleri, dersleri, meşkleri de onun yüzü!

Aşk, âşıkların vücudunu inceltir, zayıflatır; sevgililerin vücutlarınıysa güzelleştirir.

Âşık, başını verince akıl kalır mı gayri? Her şey helâk bulur, yalnız O’nun hakikati kalır.

Kul, daima elbise, vergi diler; âşığın elbisesi ise daima sevgilinin cemâlidir.

Şeytan bile âşık olsa topu çeler; bir Cebrâil kesilir, şeytanlığı ölür.

Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır.


Ondan başkasına âşık olmak, geçici bir hevestir.

Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır.
MESNEVİ'DEN



Birine “sevgi yazarı” derlerdi; o da garip, aldanırdı bunlara...

Elmanın tatlısı da biberin acısı da aynı topraktan, uyanmak lazım...
Ve beşiğin tahtasıyla tabutun tahtası aynı ağaçtan...
Nemrut ile hazret-i İbrahim aynı havayı soluyor, Firavun’la hazret-i Musa aynı toprağa basıyor, Ebu Leheb ve hazret-i Ömer’i aynı yağmur ıslatıyor...
Şu işe bakın ki; bakan gözün biri görüyor biri görmüyor...
Nasibe bakın!

İlk sınıfta öğrendiğimiz suyun halleri gibiyiz:
Buz gibi katıyız önceleri...
Su gibi yumuşuyoruz sonra...
Ve buhar olup uçuyoruz;
Yağmak için bir başka mekâna!..

Sevgi yazarı, derlerdi garibin birine; inanırdı. Öttüğü için güneş doğuyor sanan horozlar gibi de sevinirdi!
Meğer, ne imiş sevgi!..
Otuz yıl okuyup, on yıl yazmak gerekiyormuş; öğrenmeye başlamak, yani diz çöküp susmak için!..

Ömürler, sıcak bacadan giren dolununki kadar...
Dolu, veya boş!..
Ve yine sıcak bacaya düşen dolunun buharı gibi, tutulmaz!..

“Bir kimse din kardeşini severse, bu sevgisini ona bildirsin!” hadis-i şerifinden yola çıkılarak yazılmış olan bu mektup, kendine açılan kalplere sıcacık bir mühür vuruyor...

Eşek çalısının dikeni de, mis kokulu pembe gül yaprağı da aynı yerden; elmanın tatlısı da, biberin acısı da aynı topraktan geliyor...
Ama toprak; talebe göre veriyor acıyı-tatlıyı!..
İnsanları yakacak olan biber, elmanın ve üzümün yediği sofradan besleniyor!

Söylenen “sevgi” bile olsa, her ağızda başka mana kazanıyor?..
Çünkü; seviyorum diyen, sevildiğini duyan, aldatmaya çalışan, aldanmayı bekleyen ve daha nicelerinin sarmaş dolaş olmasından çıkan sonuç: Harfler-kelimeler değil, niyetler önemli!..

Kullanıldığında atılacak bir mendilin kağıdıyla, geleceğe müjde taşıyan bir mektubun kağıdı nasıl aynı kıymette olur?
Yani sen, bilirim diyene değil;
Bildiğinden emin olunana sor yolunun adresini!..
(alıntı)
 

SONBAHARI BEKLERKEN

Her gece yine gece …Tersanelerden gelen dok sesleriyle irkiliyor ruhum.Uçsuz bucaksız uzayan şehir. Ellerimden kayıp  gidiyormuş gibi, geliyor.Her gece dertleştiğim odamın duvarından , hayata açılan pencere ,  terk edilmiş virane evlerle aramdaki benzerliği hatırlatırcasına kapatıyordu önümü.
Yıkık  dökük paramparça bir yaşamın kırıntıları karışıyordu sonbahar rüzgarlarına. Neden yazı  değil kışı , ilkbaharı değil  de sonbaharı sevdiğimi defalarca sormuştum kendime . Yanıtsızdı bu soru ,  çünkü yüreğim hep sonbahardaydı . Hiç yazı yaşamamıştı , tatmamıştı ki  ilkbaharı , bir çiçeğin nasıl açtığını bilmiyordu…Gündüzleri uyuyup geceleri karanlıkların yoldaşı olduğum için gündüzlerde yabancıydı bana.
 Fanusta yaşayan balık , okyanusun tadını nereden bilebilirdi..Yüzümde gülmüyordu artık neşeli, esprili ben yoktum .  Uzaklara dalan , güldüğünde tebessümün bir kenarında hüzün saklı ben varım..Yirmi yaşında hayatının baharında bir genç gibi değil hayatım . Elli li yaşlarını yaşayan ve hayatın ölüme biraz daha yaklaştığı hassas çizgide yaşayan  dışı genç ama içi emekli olmuş bir insan…
Her gece mırıldandığım türkülerin artık manalarına da bakıyorum  meğer hepsi beni anlatıyormuş . Ne de güzel okuyormuş İbrahim Sadri şiirleri , Fıratın suyu hep azgın akıyormuş , aldığı canlara yakılıyormuş ağıtlar. Ne de zormuş kara treni beklemek , hele sevgiliden haberler taşıyorsa uyumak haram oluyormuş gecenin siyahında. Deniz kenarlarında  yakamozları izlemek veya gün batımın da  kız kulesinin karşısında oturmak dertli gönüllerin ilacıymış…
İstasyonda akşamları gidip oturduğum loş ışıklı çınar altındaki bank meğer anlıyormuş beni , anlattım tüm dertlerimi ona, aslında çok da iyi bir sırdaş, dinlemesini çok iyi biliyor…İstasyon görevlisinin bu çocuk deli der gibi bakışları aslında rahatsız etmiyor beni. Gelen trenlere binmiyorum , sadece onların gidişini seyretmek  yetiyor bana . Zaman tünelinde mazi den atiye yol alırmışçasına ,onlarda umutlar, hüzünler ve sevinçler taşıyor içinde…
Yaprakların sararıp dökülmesini izlemek için ,yine Gülhane parkına gidiyorum. Ilık rüzgarlar eşliğinde süzüle süzüle düşen yapraklar, hafiften çiseleyen yağmurla ıslatıyor çaresiz yüreğimi……..Yağmur yağarken herkes sağa sola  kaçışır ya ben öyle yapmıyorum, aksine yağmura doğru koşuyorum…Ruhumda hissediyorum yağmur damlalarını . Islanmanın da tadına varınca ,evin yolunu tutmak düşüyor ıslak ayaklarıma….Bu anı yaşamak için tekrar dan bir yıl beklemek hüzünlendiriyor kalbimi. Yürü yüreğim gidelim diyorum….Bir başka sonbaharda tekrar geliriz……Bu arada koleksiyonum için yerden taş almayı da unutmuyorum üzerine de bir tarih attık mı tamam......



Bir dilek tut içinden,

Bir dilek tut içinden, kavuşmak umuduyla aydınlık yarınlara.
Bir dilek tut bir dilek, karanlıklar içinde çırpınıp kaybolanlara
ve bilinmez bir meçhule doğru yol alanlara,
bir hidayet güneşi doğsun yüreklerinde diye ve kurtulsunlar gayesizce yaşama inadından,
ve çıksınlar diye kör karanlıktan umudun doğduğu güne.

Bir dilek tut bir dilek, yürekten, gönülden, candan bir dilek.
Baharın esen deli rüzgarına ve kokusuna ve tomurcuk tomurcuk açan çiçeklere,
güllere ve yemyeşil ağaçlara, uçuşan kelebeklere özlem duyanların
kavuşmaları için baharlara…

Bir dilek tut, türlü zorluklara gögüs geren, yokluğa direnen, yoksulluğa direnen,
açlığa direnen ve sabreden çilekeş insanların ermeleri için huzura..

ve bir dilek tut, kuytu köşeleri mesken tutmuş, sokaklarda yuva kurmuş
ve kaldırımlarla dost olmuş kimsesiz gariplere,
minicik yetinlere ve öksüzlere sıcak bir yuvaya kavuşsunlar diye,
onlarada bir yardım eli uzansın, uzatılsın diye.
Ve tertemiz kapler kararmasın, ümitler tükenmesin, tüketilmesin diye…
çaresizlik içinde kıvrananlara bir kurtuluş ümidi olsun diye ve yaşasınlar diye insanca…

Çığlıklar, feryatlar bitsin artık, umut güneş doğsun artık.
İnsanlar katledilmesin, öldürülmesin haince, hunharca
ve dünyada vahşet girdabından kurtulsun insanlar,
Zalim zulmüne bir son versin artık, mazlumlarda gülsün ve sevinsin diye
bir dilek tut, bir dilek…


İnsanlar artık öğrensin sevmeyi ve dünya öğrensin barışı,
dostluğu, kardeşliği ve insanca yaşamayı…
Paylaşılsın bütün dertler, kederler ve paylaşılsın bütün sevinçler,
mutluluklar paylaşılsın diye bir dilek…

Artık ızdırap gözyaşları yerini sevinç gözyaşlarına bıraksın
ve gülmeyi unutanlar hatırlasın gülmeyi ve sevinmeyi…
Kara bulutlar çekilsin gitsin gökyüzünden, gökler parlasın, aydınlansın
ve ışık saçsın, gül bahçelerinde güller derilsin bu özlem artık sona ersin diye,
sevenler birbirine güller versin diye bir dilek…

Ve bir dilek tut artık insanlar yaratılanı sevsin diye Yaratandan ötürü
BİR DİLEK…

alinti 


EKMEKVEREN ELI KIRAN BABA


Bagdat'I kItlIk kIrIp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlIk çekiyordu. Içinde ekmek pistigi, sokaga kadar yayIlan kokudan belli olan bir evin kapIsIndan seslendi hamalIn biri:
- ALLAH rIzasI için birazcIk ekmek. Günlerdir lokma girmedi agzImdan.
TandIrIn basIndaki kadIn taze ekmekleri kIzIna uzattI. "Ver su adama" dedi. KIzcagIz ekmekleri güzelce katlayIp verdi aç hamala.
HamalIn sevincine sInIr yoktu. Evine dogru hIzlandI. Kim bilir kaç günlük açlIgInI giderecekti? Tam bu sIrada karsIdan gelen birinin sert ikazI durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmegi hangi evden aldIn?
Geriye bakIp eliyle isaret etti:
- Iste su evden.
Adam kIzgIn sekilde salladI basInI:
- YanIlmamIsIm, böyle zamanda baska kimin evinden alInabilir ekmek? diyerek eve dogru ilerledi.
KapIyI açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmegi hamala?
HanIm korkudan kIzInI gösterdi. Güya kIzIna acIr, bir sey yapmaz diye düsünmüstü. Halbuki adamIn sükürsüzlük ve cimrilik içine islemisti. Elindeki sopayI hIzla havaya kaldIrdI, kIzInIn ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpIk kaldI. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalIr mI? diye.
Halbuki nimet sükür isterdi. Sükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu sükürsüzlügün akibeti de öyle olacaktI. Olmaya basladI bile. KIsa zamanda isleri bozuldu, çarsInIn en islek yerindeki dükkanInI satmasI da onun bozulan islerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düstü. Nitekim bir aksam eve gelmis, kIzcagIzIna da acI sözü söylemisti;
- ArtIk benden ümidinizi kesin. Çünkü bu aksam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. ÇarsIya in, ekmek parasI iste.
KIzcagIz çarsIya inmis, utana sIkIla sattIklarI dükkanIn karsIsIna geçerek bir tanIdIk görürüm diye beklemeye baslamIstI. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanIna gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormustu. O da anlatmIstI gerçek durumu:
- Ekmek alacak paramIz kalmadI, bir tanIdIktan ekmek parasI istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attI adam. HatIrI sayIlIr bir miktar parayI uzatarak "Al" dedi. "Bununla istedigin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin sükrünü eda etmis olurum böylece."
KIzcagIz elinin birini arkasIna saklamIs, ötekiyle parayI alIrken adamIn dikkatin çekti bu saklayIs;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklIyorsun? ALLAH bana nimet verdi, sükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
KIzcagIz önce açIklamak istememisse de adamIn IsrarI üzerine anlattI elinin durumunu:
- Ben bir yoksula ekmek vermistim. Babam yolda rastlayIp sormus, o da evi gösterip 'Iste oradan aldIm' demis, bizi haber vermis. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpIk kaldI. Göstermekten utanIr oldum. Bu yüzden de evde kaldIm.
Bu açIklamayI dinleyen adam bagIrmaya baslar:
- Komsular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altIn kalpli kIzI buldum, hayat arkadasIm iste karsImda, siz de sahit olun... diyerek baslar anlatmaya:
- Ekmegi isteyen fakir bendim. Ben o gün üç bir hamaldIm. Demek ki elinin çarpIk kalmasIna ben sebep olmusum. Hem sebep olayIm hem de seni bu halinle bas basa bIrakayIm. Buna ALLAH razI olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptugunu anladIm, bana ekmek veren kIza ne kadar da benziyor diye düsünmüstüm. YanIlmamIsIm. Baban sükürsüzlük ettiginden ALLAH onun dükkanInI elinden alIp bana nasip eyledi. Simdi ise imtihan sIrasI bana geldi, ben de aynI sükürsüzlüge düsmek istemem. Haydi gel, nikahImIzI yaptIrIp birlikte babanI sIkIntIdan kurtaralIm.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan sükürsüz babaya dogru...
"Sükrederseniz çogaltIrIm, etmezseniz elinizden alIr sükredene veririm. Sükürsüze de azabIm siddetli olur..." (Kur'an-I Kerim, 14/7)





Kalbimiz Kiminle Beraber


Yalnızlık Allah'a mahsustur. O'ndan gayrı herkes birbirine muhtaçtır. Çağımız insanının bir afeti de yalnızlaşmasıdır. Daha da beteri Rabbine yabancılaşmasıdır. O'nunla barışık olmayan insan, isyan ve nisyan yolcusudur. İnsanın Allah ile yakınlaşması ve yabancılaşması kalp üzerinden gerçekleşir. Çünkü kalp nazargah-ı ilahidir. İlahi tecelliler orada yankı bulur. Görüyoruz ki; Allah, insan ilişkilerinde merkez kalbdir. Ancak çoğu zaman kalp bu hayati fonksiyonunu yerine getiremez oluyor. Çağımızın en önemli hastalığı kalp sancısıdır. Kalp kendisini yaratan Kudret'le bağını koparıyor. Kalbi yeniden yaratatıcısına bağlamak gerekiyor. Yoksa serseri mayın gibi dolaşan varlıklar peydahlar...

Sürekli bir değişim ve devinim içinde olan, değişik etkilerle çalkalanıp duran kalbin, Hak'ta sebat etmesi zorlaşıyor. Kalp dağınıklığı insanı istikrarsızlaştırıyor... Allah'ın tasarrufu altında olan kalbin, batılın tasallutuna terk edilmemesi gerekiyor. Kalbin parçalanması, Allah ile birlikte başka otoritelerin kalbe egemen olması hayatın iptali demektir. Bu gerçeği görerek kalbde tevhidi bir kararlılık ve tutarlılık sağlamak lazım... Rab'le iletişimi güçlü kılmak, zihinleri sürekli ilim ve hikmetle, gönülleri de yakin ve itminanla beslemek gerekir... Asrımızın dalalet ve günah tufanları karşısında kalbi kendi haline bırakmamız, düşünülemez...

Bütün mesele yüreğimizi dayayacak yeri bulabilmek... Bunu başarırsak güven iklimini yakalamış oluruz... Donuk bir dünyada, soğuk insanlar arasında öncelikle Rabbimizin rahmet ve şefkatine yüreğimizi yaslamak... Bunu başarırsak kalbimizde oluşan sıcaklıkla, mekanik bir hayatın kıskacında boğulmaya yüz tutmuş nesillerin soluklanacağı, sığınabileceği, ısınabileceği bir yürek iklimi sunabiliriz...

Plautos:"Yüreğim var, var ama yüreğimi dayayacak bir yer yok." diyor. İnanç boşluğu... Kalbin fıtratla bozuşması...Yaratana uzak düşmesi...

Şimdi siz, kalbinizin kurduğu bağlantılardan haber verin! Kur'an'ın öngördüğü tarzda rahmet, şifa, nur içeren bağlantılar mı? Yoksa sınırsız arzuları, önlenemez hırsları, iğrenç iştahları doyurmaya yönelik bağlantılar mı? Kalbini yokla... Ruhunun sesini dinle... Kalp atışların nelere işaret ediyor? Yüreğimizi hoplatan ne türden bağlantılar? İş bağlantıları mı? Cinsel bağlantılar mı? Siyasi bağnazlıklar mı?

Günümüzde Kur'an ayetleri karşısında lakayt kalan, onları hafife alan nice ölü ve taşlaşmış kalp sahipleri var... Bu gibi hastalıklı kalbler bakacaksınız ki, şeytana yardım ve yataklık ediyor...

Yüreklerimize kimleri konuk ediyoruz? Hangi şöhretleri? Hangi dünyanın insanlarını? Ötekilerin dünyasından kimse var mı? Mesela mazlumlardan, yetimlerden, yoksullardan kimseler var mı?

Yüreğimizi açık tutabiliyor muyuz? İnsaniyete, adalete, hikmete, uhuvvete ve rahmete... Yüreklerine kilit vuranlar, yarın kime gideceksiniz? Özgürlük sloganı ile yola çıkıp, tanımı ve sınırı doğru yapılmayan bir özgürlük savrulması ile tükenenler; en son kendilerini Allah'tan bile bağımsız görme istikbar ve istiğnası ile yokoluşlarını hazırlıyorlar... Özgürlük dürtüsü önü alınamaz ölümcül sonuçlar doğuruyor... Yürek özgürlüğünün yolu Allah'a teslimiyetten geçer.Peki, kalbimiz Allah'a ne kadar düşkün? O'nu ne kadar arıyor? Kalbi Allah'a münhasır kılabiliyor muyuz? Oysa ki, O bize bizden de yakın... Şah damarımızdan bile... Kişi ile kalbi arasına giren de O... Kalp sadece O'nun mülkü değil mi? Kalbde ağyar varsa, O oraya girer mi? O'nun girmediği kalbi taşıyanlarda huzur ve güven aramak, başlı başına bir gaflet olmaz mı?

O halde kalbimizle aramız açılmadan, canımız elimizden alınmadan, fırsat elimizde iken Allah ve Rasulü bize yeniden dirilişi müjdeleyen, sonsuz esenliğe yükseltecek bir çağrı ile davet ettiği zaman, canı gönülden icabet etmek durumundayız...

"Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasulüne (onların çağrılarına) icabet ediniz. Ve biliniz ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve (siz) mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız."aglaEnfal-24)

Kalbi hayatımız için O'nun çağrısına icabet edeceğiz... Aynı zamanda O'nu da kalbimize davet edeceğiz... Nasıl mı? Mü'minin miracı olan namazla... Namaz bizi O'nunla buluşturacak... Teheccüdle, tefekkürle O'nunla halleşeceğiz... Secde O'na en yakın olduğumuz an olacak...

İçinde bulunduğumuz ortam ve olumsuzluklar bizi O'ndan alıkoyuyorsa önce yüreklerde başlayan bir hicreti başlatacağız... İhsan kıvamında bir kullukla O'nunla beraber olmanın hazzını ve izzetini yaşayacağız... Biz O'nu görmesekte, O bizi görüyor ya, bu bize yeter...

Zikir ile Allah'a ram olmasını, rabt olmasını gerçekleştireceğiz...

Zaman zaman itikaf ile kalbimizin kiminle olduğunu tesbit yoluna gideceğiz...

Şayet, Allah ile berabersem; ben, benim!... Yani, varım... Yok değilsem, ben neyim ki!?

Ramazan KAYAN



Gözyaşım,

Dizeler güzeli dedim sana inci inci, ve güzeller incisi koydum adını dizi dizi… Yabanlara gönderdiğimsin hem akın akın, hem canımı verdiğimsin uzak yakın… Sevgilinin geleceği yolları sulayıp süpürmek için sakladım seni… Kirpiklerimi süpürge ettim; sultanlar ayağına düşürmek için tuttum ve bırakmadım seni.


Gözyaşım,


Bütün boşluklarını sen doldurdun ömrümün… Söylenmedik sözler yerine sen vardın yanımda. Sevdaya dair yeminlerden sonra sen vardın. Hep sen vardın...


* * *

Bir gözyaşı, gül mevsiminde güle karşı akarsa aşk olur adı; sevgiyi damıtır en derin yerinden. Suçlardan sonra tenha gecelerde akarsa tevbedir tadı; gönülleri arıtır en kara kirinden. Madem ki gözyaşı bir kutlu demdir, elbette bir erdemdir.


Şaire unuttuğu mısrayı bir gözyaşı hatırlatır. Toplasan gözyaşlarını âşıkın, dalgalı bir deniz olur; süzülürken bağrından, yakar geçer iz olur. Yalnız doğar gibi her insan, yalnız akar her damla ve yağmur yağmur gözyaşıyla ıslanır nisan..



Gözyaşı ki, kişinin kendisiyle kavgasının sonunda akarsa tomur tomur mercandır; ve eğer pişmanlıklarla tartılırsa mübarek bir heyecandır.


Tohumu eken bilir Göz yaşın döken bilir

Gül kadrin diken değil Çileyi çeken bilir...

* * *

Ve ağlamaktan korkma gözüm!..

Hz. Mevlâna deyince, insan aklına "sevgi çağlayanı, aşk denizi" geliyor.
Aşkın okyanusuna dalabilmiş ve damlasını okyanusla bütünleştirebilmiş,
sırlar dünyasından nice hikmetler devşirebilmiş mutlu insanlardan biri
beliriyor gözümüzün önünde.


Şöyle diyor o: "Ben kalbin penceresine defalarca kulağımı koydum; çok söz
işittim, fakat iki dudak görmedim." Demek ki aşk, dudaksız konuşuyor, gözsüz
görüyor. Aşkın sözlerini kulak değil de gönül işitiyor.

Sevgili dostlar, birlikte düşünelim mi?


Niçin bunalıyoruz, karanlıklarda kalıyoruz? Niçin sevemiyoruz? Ten
sevgisinin kanlı denizinde boğulurken, can sevgisinin kat kat göklerinde
niçin kanat çırpamıyoruz? Ten sevgisini sonsuza kadar götürebilmiş bir
babayiğit var mıdır? En son toprak yutmamış mıdır bu sevgiyi?

Bir örnekleme yaparak bir yere gelmek istiyorum. Mısra mısra şiir düşününüz.
Şiirin baş mısrasından bir şiir akımı (ceyran) veriyoruz. Ceyran yürüyor
kelimeler boyunca ve fakat bir kelimeye geliyor ki, ordan öteye artık ceyran
geçmiyor. (Bazan ta baştan da olabiliyor) Ondan sonrası karanlığa boğuluyor;
ahenk, musıkî güme gidiyor.



Neden?



O aradaki kelime şiir iletkeni değil de
ondan. O kelime şiirle test edilmemiş veya ona uygun mayadan değil, şiir
mayası bozuk, başka bir alemin habercisi. Belki o kelimeyle roman, hikaye,
masal yazılabilir; ama şiir yazılamıyor, çünkü duyguyu, coşkuyu, ritmi,
ahengi iletmiyor, ruhu buna elverişli değil. Gönlün derinliklerinde
soluklanmamış, Yusuf'un kuyusundan kana kana su içmemiş, Bedr'in aslanlarına
seslenmemiş, bir yetimin başını okşamamış kelimelerden şiir yazılmıyor,
yazılamıyor. Bunun için şiir, medeniyetin çocuğudur.

Hayatımız da bir şiirin mısraları, kelimeleri gibi değil midir? Evdeyiz, işe
gidiyoruz, sokağa çıkıyoruz, seviniyoruz, üzülüyoruz; kavga ediyoruz,
barışıyoruz...


Hayatımızı "hayat-diri" kılan, "Hay" ismiyle hayatı yaratan Allah (c.c)
(cc)'ın nurudur. Çünkü, "O, yerlerin ve göklerin nurudur." O nuru bize
diniyle, dinini kitabıyla ve sevgili Peygamberiyle insanlığa yansıtmaktadır.
Bu nuru (ceyranı) hayatımızın ilk satırından (mısra) veriyoruz, veriyorlar.


Nur ilerliyor ve son noktaya kadar (ölüm) hiçbir yerde tıkanmıyor. İşte bu
ebediyyen mutlu bir hayattır, bu hayat gönülleri coşturan bir şiir gibidir.
Fakat nur bir yerden sonra daha ilerleyemiyor, tıkanıyor. Hayatımızın o
arasına sıkıştırdığımız bir "hayat parçası" (haram veya küfür), nuru
iletmeyen bir şeyden oluşmuş. Hz. Mevlâna, "Herkese sevgiyle bak ki
erisinler; çünkü onlar donmuşlardır" buyuruyor.



Demek ki orada, nuru
iletmeyen ve ondan sonraki hayatı karanlıklara boğan bir "şey" vardır. Eğer
bu eritilmezse, değiştirilmezse bütün hayat helâk olup gidecek, hatta
"öte"de karanlıklara boğulacak.


Allah (c.c)'ın bize gönderdiği "DİN" ceyran gibidir, insan da ceyranı ileten
bir kablo gibi düşünülebilir. Bu durum da bütün alemi aydınlatır, ama bu
kablonun bir yerine bir-iki santim iletken olmayan bir madde koyarsanız
dünya karanlık olur.
Sevgiye muhtacız; Din'e, Kur'an'a, Peygamber'e muhtacız.


Sevgi güneşi, aşk radarı mı olmak istiyoruz? Ağlamak ya da tebessüm etmek mi
istiyoruz? Mutlu olmak mı istiyoruz?

Kur'an-ı Kerim okuyalım. Kendimizi tanımak, sevmek, hoş görmek, düşünmek,
akletmek, fikretmek, zikretmek; kul olmak, aydınlanmak, adil olmak mı
istiyoruz? Özetle insan olmak mı istiyoruz? Kur'an-ı Kerim okuyalım, derim;
çünkü o, hayatımıza akıtılan ceyrandır, nurdur.

Son söz de Mevlâna'nın olsun:
"Aşk, üstünlükte, bilgide, defterde, kitapta değildir. O öyle bir nur
ağacıdır ki, dalları ezelde, kökleri ebeddedir. Bu ağaç ne arşa dayanır, ne
de yeryüzüne, bu ağacın gövdesi de yoktur.

Sende fani güzellere dair bir
iştiyak (arzu), özlem var ya... Bil ki bu iştiyak senin için bir puttur."
Put, aşk ceyranını iletmediği için lânetlenmiştir. Kendinde mutluluk ışığı
göremiyorsan, içindeki putları devir, İbrahim gibi ol! Rabbine kul olan
hangi insan mutsuz olmuştur ki? Bana gösterebilir misin?


ANA MENÜ  
 
 

 
GÜNÜN HABERLERİ  
  YURT HABERLERİ VAN'DAN HABERLER  
islami ansiklopedi  
 
Hergüne Bir Manzara Resmi
 
Bugün 11671 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol