|
|
 |
|
Hayatı |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ABDULLAH EVLENİYOR
Fil vakasının vuku bulduğu senelerde idi.Abdul-Muttalib,yaşının ilerlediğini hissetmeğe başlamıştı.Halbuki hayatta yapacağı vazifelerini henüz bitirmemişti.Onlardan biri de küçük oğulllarından Abdullah'ı evlendirmekti.
Abdullah babasının sevgilisi idi.Onun için yüz deve feda ederek onu kurtarmamış mı idi?
AbdullahMekke'nin en yakışıklı delikanlısı idi.
Mekke kızlarından kimi istese alabilirdi.Genç kızların ona varmağı bir şeref bileceklerinde hiç şüphe yoktu.Babası ona Beni Zühre Reisi Vehbb Abd-i Menaf'ın kızı Amine yi münasip gördüAmine de güzeldi.Kureyşin müteber ve şerefli kızlarındandı.Abdul Muttalib giderek babasından kızı istedi.Bazı rivayetlerde o zaman Vehb ölmüş bulunduğundan kızı amcasından istediği söylnmektedir,bu teklifi şeref bilerek derhal kabul ettiler.Amine o zaman 14 yaşında Abdullah da 24 yaşında basmıştı.Düğün evinde yapıldıArap adeti üç gün güveyi kız evinde kadıktan sonra hayat arkadaşını alarak evine geldi,yerleşti.
Abdullah yeni kurduğu yuvanın saadetinden başka birşey düşünmüyordu.Onun için Suriye ye gidecek olan ticaret kervanına o da katıldı.Yeni evlenmişti,evinin bir sürü ihityacları vardı.
Fakat hayat düz bir yoldan ibret değil ki, beklenmedik nice şeyler oluyor!
Abdullah da ailesinin saadetini tamamlamak için gitti bu ticaret yolculuğundan dönüşte Medine de hastalandı ve dayıları yanında kaldı.
Kervan mekke ye gelince onun hastalığı haberini getirdi.Bunun üzerine Abdul Muttalib derhal oğlu Harisi Medine ye gönderdi.
Fakat olan olmuştu Abdullah gözleini bu hayata kapamıştı.
Ailenin en sevgili evladı olan Abdullah'ın bu vakitsiz ölümü,bütün aile efradını derin bir teessür içinde bıraktı.Hele Amine'nin teessürü pek derindi.Mesud bir hayat sürecekleri zaman eşinin kaybı ona çok ağır geldi.O,aile saadetini tamamlayacak hadiseyi bekliyordu.
İki ay sonra anne olacaktı.Fakat ne yazık ki,doğan çocuğa babasını,babasınada yavrusunu görmek nasib değilmiş.
VE BEKLENEN GÜN KAİNATIN EFENDİSİNİN TEŞRİFİ
KUTLU DOĞUM
Fil yılında Rebiül- evvel ayının onikinci gününe rastlayan pazartesi sabahı,henüz tan yeri ağardığı vakit alem başka bir alem oldu.Cihana nur doldu.Kaninatın ezelden beri müştak olduğu,göklerin aşkıyla devreylediği fahr-i alem MUHAMMED MUSTAFAdoğdu.Bu gecenin geceler içinde benzeri yoktur.Kainatın en azametli hadisesi bu gece vukua gelmişti.Bütün alem bu geceyi bekliyordu.Yahudier,Hiristiyanlar,kahinler,Hatemi Enbiya'nın zuhürunu haber veriyorlardı.
Amine,hiçbir zahmeti çekmeden doğurduğu bu nur topu çocuğu,dedesi Abdul muttalib e müjdeleyince,ihtiyar dede torununun doğumuna pek sevindi. Hemen bir ziyafet vererek ona ad koydu.Kureyş uluları bu ziyafete sebeb olan çocuğa ne ad koydun diye sorunca o da:
--Muhammed, dedi. Onlar:
--Ecdadında böyle bir ad yoktur,bu ismi koymandan maksadın nedir?dediler.
_Umarım ki,onu gökte hak,yerde halk pek çok medh ü sena edecektir,diye cevap verdi.
Muhammed,Ahmed,Mahmud,Mustafa Peygamberimizin en güzel ve mübarek isimleridir.
Sen Ahmed-ü Mahmüd-u Muhammedsin efedim.
Haktan bize Sultan-ı Müeyyedsin efendim.
Bu gecenin sabahı,insanlık için yepyeni bir devir açılmıştır.Artık yeryüzünden küfür ve zulüm kalkacak,şirk ve ilhad sönecekti.
''Bu zuhür-i kudisinin sabahı ruhnevaz bir sabah;bu tulü ulvunin saati yeni bir devir idi.Müverrihler,mahdut hadiseleri kaydederler:
''Resul-i Ekremin doğduğu gece,Kisranın sarayında on dört sütun yıkıldı,Mecüsilerin ateşleri söndü ve Sava Gölü kurudu''
Merhum İslam şairi Mehmet Akif (Bir Gece) şiiriyle bu muazzam ve mübarek hadiseyi şöyle tasvir eder:
On dört asır evvel,yine bir böyle geceydi,
Kavmden,ayın on dördü,bir öksüz çıkıverdi!
Lakin,o ne hüsrandı ki:hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir,halbuki, bekleşmedilerdi!
Nerden görecekler?Göremezlerdi tabii:
Bir kerre,zuhür ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de,ma'mure-i dünya,o zamanlar,
Buhranlar içindeydi,bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan,onu kardeşleri yerdi!
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin,
Salgındı,bugün şarkı yıkan,tefrika derdi.
Derken,büyümüş,kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sum,
Bir hamlede Kayserleri,Kisraları serdi!
Aczin ki,zeval aklına gelmezdi,geberdi
Alemlere rahmeti,evet,şer-i mübini;
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse,onun vergisidir hep;
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet...
Ya Rab,bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.
Hazreti Peygamber Badiyede
Mekke eşrafı çocuklarını süt anneye verip emzirirlerdi.Çünkü Mekke'nin havası ağır ve sıcaktı.Çocuklara yaramazdı.Sonra Badiyede dil daha fasihti,yabancılarla temes olmadığı için dil bozulmamıştı.Etraftaki kabileler Mekke'ye inip emzirmek üzere çocuk alırlardı.Bu adete binaen yine Badiyeden sütanneler gelmişti.Hepsibirer çocuk bulup aldılar.Sa'd kabilesinden Halime isminde bir kadın da Muhammed'i almak istedi.Fakat yetim olduğunu duyunca tereddüte düştü.Çünkü bir yetimi emzirmenin pek karlı bir iş olmayacağını düşündü.Fakat başka çocuk ta kalmamıştı.Boş dönmekten ise bu yetimi almağa karar verdi.Kocası Haris te razı oldu.Bunun üzerine Muhammed'i bu yetim çocuğu alıp Badiyeye döndüler.
Sütanneye verinceye kadar Hazreti Muhammed'i amcası Ebu-Leheb'in cariyesi Süveybe emzirmişti.
Hazreti Peygamber, Badiyede serbest bir hava içinde büyüdü.Halime onu öz evladından ayırmadı.Onu esen rüzgardan bile sakınırdı.Halime'nin üç evladı vardı.İçlerinden Şeyma ismindeki kız,süt kardeşi Hazreti Muhammed'i pek severdi.Daime beraber oynarlar,kardeş kardeş geçinrlerdi.Bütün aile bu yetimden çok memnundu.Halime'in eşi Haris bir gün dedi ki:Halime bu getirdiğin yetimin ayağı çok uğurlu imiş,o evimize ayak basalı beri hayvanlarımızın südü,südümüzün yağı çoğaldı.Evimize bereket doldu,elimiz genişledi.Ben bu çocukta başka haller görüyorum.
Hakikaten Resüli Ekrem in yüzü nürani,siması rhani idi.Başka çocukların hal ve tavırına hiç benzemezdi.Halinde bir başkalık vardı.
Hazreti Peygamber'in vefakarlığı,hatırnivazlığı her münasebetle görülmekte idi.Sütannesini çok sayardı.
Hareti Peygamber sütannesi Halime'nin yanında beş yaşına kadar kaldı.Sonra annesinin yanına geldi,Mekke'de Zukakul Hcer de dedesi Abdul Muttalib in evinde duruyorlardı.Amine ve sadık hizmetcileri Ümmü Eymen küçük çocuğun üstüne titriyorlardı
Hazret-i Hatice Annemiz
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in Göz Bebeği
"Züleyhâ'yı kınayıp da, Yusuf -aleyhisselam-'ı görünce ellerini kesenler,  Rasûlü'nün mübârek cemâlini görselerdi, kalplerini keserlerdi de haberleri olmazdı." (Hazret-i Âişe)
Kâbe yollarında..
Kara sevdâmız Kâbe!..
İnsanları fevc fevc kendisine çektiği zamanlar ve dürr-i yektânın zuhûr âlemine geliş yılları...
Kureyş'in Benî Esed kolundan, Kusay bin Kilab'da Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile nesebi birleşen genç Hatice, on beş yaşlarında kabilesinin hanımlarıyla Kâbe'ye doğru yol almaktadırlar. Uzaktan saçı-başı birbirine karışmış, nefes nefese bir Yahudi yanlarına yaklaşır ve:
"-Selam size, ey Mekke'nin seçilmiş kabilesinin kadınları!.. Yakında size bir peygamber gelecektir. O ki, tertemiz sîmâ ve eşsiz bir ahlâka sahip olacaktır. Hanginiz ona eş olmaya muvaffak olursa olsun!" diye seslenir.
Bunun üzerine kadınlar ona hakaret edip alaya aldılar. Hatta bazıları ona çok ağır sözler sarfettiler ve onu taşlayarak kovdular.
"-Kimse bizi putlarımızdan ayıramaz!" diye ardından avazları çıktığı kadar bağırdılar.
Fakat Yahudi'nin bu sözleri daha on beş yaşında olan Hatice'nin gönlünde bir yer buldu ve:
"Eğer söylediği kimse, bu vasıflara sahip olursa, onunla ben evlenmeliyim!.." diye içinden geçirdi.
Tâhire: Temiz Kadın
O mübârek hanım, cahiliye devrinin olanca çirkefine ve kadınlara karşı gösterdiği her türlü rezâlete rağmen temizliği ve asâletiyle öne çıkmış ve kavmi tarafından "Tâhire: Temiz Kadın" olarak isimlendirilmişti.
Onun Tâhire diye anılması ve o liyâkatte bir hayat sürdürmesi; İki cihan güneşi, Mekke'nin emîni  Rasûlü'nün en sevgili eşi olmasına âdeta bir hazırlık devresiydi. O,  'ın maddî ve mânevî temizliğiyle, sanki Habîbine hazırladığı müstesnâ ve mûtenâ bir hediyesiydi.
Şam Kervanı
Hazret-i Hatice, geçimini ticaretten karşılıyordu. Ama dul olması sebebiyle kervanların başında uzak seyahatlere çıkamıyor ve ticaret kervanlarından istediği gibi kâr elde edemiyordu. Güvendiği, kervanını ve mallarını emanet ettiği herkes malından gizlice bir şeyler aşırıyordu. Kervanlarının başında güvenilir bir insana ihtiyacı vardı.
Şam tarafına oldukça büyük bir kervan hazırlamıştı. Mekke'de mallarını emanet edeceği güvenilir birisi arıyordu. Çevresinden aldığı tavsiyeler, bir kişi üzerinde odaklanmıştı: Muhammedü'l-Emîn!..
Sözünde durması ve emânete hıyânet etmemesi ile ün yapmış bu gence gönlü aktı ve ilk defa tanışmasına rağmen, bütün kervanı ona teslim etti. Kölesi Meysere'yi de, bu gencin bütün hareketlerini kontrol etmek üzere vazifelendirdi.
Ay ve Güneşin Nikâhı
Meysere, bütün yolculuk boyunca Mekke'nin emîni Muhammed Mustafâ'yı adım adım izledi. Bu sırada başında, 25 yaşındaki bu genci devamlı takip eden ve kendisini çölün yakıcı güneşinden koruyan bulutu fark etti.
Yolda karşılaştığı bir rahip de, Meysere'ye, harikulâdeliklerini fark ettiği bu zâtın kim olduğunu sormuştu. Aldığı cevaplar üzerine rahip, bulutun gölgelediği bu şahsın, büyük bir peygamber olacağını Meysere'ye fısıldadı.
Meysere, görmüş ve yaşamış olduğu bu hâdiselerin tesiri altındayken yolculuk bitti ve Mekke'ye geri dönüldü.
Kervan ilk defa çok büyük kâr yapmıştı. Meysere başlarından geçen her şeyi efendisi Hazret-i Hatice'ye uzun uzun anlattı. Onun hakkında duymuş olduğu tezkiyelerle gönlü bu gence akmış olan iffet ve hayâ âbidesi Hatice hanım da, Meysere'den gelen haberlerle de bu değerli gençle evlenmeye karar verdi. O sırada kendisi 40 yaşında idi ve iki çocuk sahibi dul bir hanımdı.
Kısa bir müddet sonra, arkadaşı Nefise'yi elçi olarak Muhammedü'l-Emîn'in amcasına gönderdi. Amcası, yeğenini çağırarak durumu arz etti. Asâlet ve temizliğe meftûn bu genç, fazla düşünmeden teklifi kabul buyurdu. Nikah merasiminde Varaka b. Nevfel de bulundu. Nikahtan sonra, istikbalin Peygamberi Muhammedü'l-Emin, Hazret-i Hatice hanımın evine taşındı.
Aile hayatında Hazret-i Hatice
Kurduğu mukaddes yuvada mutlu ve huzurlu bir aile saadeti yaşayan  Rasûlü'nün evi çocuk cıvıltıları ile doluydu. Bir yanda Hatice annemizden olan çocuklar, diğer taraftan Hatice annemizin diğer kocalarından olmuş çocukları, amcası Ebû Tâlib'in oğlu Ali ve muhterem ailesi Hazret-i Hatice'nin kendisine hediye ettiği, Zeyd bin Harise...
Bu güzide evlâtların Peygamber bağında birer gül olarak yetişmelerinde titiz bir emek sarfeden Hazret-i Hatice, onların hizmetleri yanında Peygamber Efendimiz'in de bütün hizmetlerini kendisi görür ve bu konuda hizmetçi kullanmayı sevmezdi.
Hazret-i Hatice annemiz, Rasulullâh'ı üzecek, incitecek her şeyden son derece uzak durur, onu sevindirmek için bütün fırsatları değerlendirmeye çalışırdı.
Bir gün Resûlullah'ın süt annesi Halime, kuraklık ve kıtlığın hüküm sürdüğü bir sene yanlarına gelip hâlini arz etmişti. Bunun üzerine Hatice validemiz, kendisine kırk koyun ve bir deve hediye etti. Böylece süt annesini sevindirmekle  Rasûlü'nün gönlünü kazandı.
İlk Müslüman Hanım:
Evinde sevgili eşi Hazret-i Hatice ve çocukları ile mutlu bir hayat geçiren Hazret-i Peygamber'in yaşı kırka yaklaştığı zaman, bazı fevkalâde hâdiseler meydana gelmeye başladı. Geçtiği yollarda bazen ağaçlar kendisine selâm veriyordu. Bazen taşlar kendisi ile konuşuyor ve gâipten bir takım sesler duyuyordu. Bu hâlini  Rasûlü şöyle ifade eder:
"Mekke'de, Peygamber olmadan önce bana selam veren taşı şimdi de biliyorum." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 89; ayrıca bk, Taberî, 44-45)
Mekke'deki insanların vahşet ve zulümlerinden sıkılan, ruhu âdeta bir cendereye girmişçesine bunalan  Rasûlü, ibâdet etmek üzere sık sık Hira mağarasına gitmeye başlar. Hatice annemiz de orada bulunduğu zamanlarda kendisine yemek gönderir, bazen kendi elleriyle yemeğini getirirdi.
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Hira mağarasında inzivaya çekilmeyi o kadar çok seviyordu ki, Kureyş kadınları Hazret-i Hatice'ye gelip dedikoduya başlamışlardı:
"-Sen Muhammed'in uğrunda neler yaptın. Bütün malını, mülkünü ayaklarının altına serdin. O ise seni terk edip gidiyor!.."
Peygamberimizin hissettiklerini yakînen bilen ve her hâlinde ona destek olan Hatice annemiz, onların bu sözlerine gülüp geçiyor ve:
"-Sizin dedikleriniz benim hatırıma bile gelmez. Zannettiğim bir şey var ki, o da yakında ortaya çıkmalı!.." diyordu.
 Rasûlü, birgün yine Hira mağarasında inzivaya çekilmiş bir haldeyken Cebrail -aleyhisselam- aslî sûretinde gelmiş ve kendisine Alak Sûresi'nin ilk beş ayetini tebliğ etmişti. İlk defa böyle bir hâl ile karşılaşan  Rasûlü titrek bir heyecan içinde evine geldi ve Hatice annemize:
"-Beni örtünüz, beni örtünüz!.." dedi.
Üzerinden bu mânevî hâl geçip sakinleşince başından geçenleri Hazret-i Hatice'ye anlattı ve:
"-Kendimden korktum!.." dedi.
Hazret-i Hatice, engin bir sadakat ve çağları aşan bir basîretle, kendisini tesellî etti ve her hâlükârda yanında olduğunu ifade sadedinde şöyle dedi:
"-Öyle deme!..  'a yemin ederim ki, hiçbir zaman  seni utandırıp mahzûn etmez. Çünkü sen akrabayı gözetir, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenirsin. Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın, misafiri ağırlarsın, Hak yolunda halka yardım edersin..."
Daha sonra da Hatice annemiz, Hazret-i Peygamber'le beraber amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e gitti. Varaka, İbranice'yi iyi bilen, Tevrat ve İncil'den de haberdâr, âmâ ve yaşlı bir zâttı.
Hazret-i Hatice, Varaka'ya:
"-Ey amcam oğlu, dinle bak! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?" dedi. Varaka:
"-Ey kardeşimin oğlu ne var?" diye sorunca, Rasûlullah gördüklerini kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka dedi ki:
"-Bu gördüğün,  Teâla'nın Musa'ya indirdiği Nâmûs-i Ekber (Cebrâil)'dir. Âh keşke, senin davet günlerinde genç olsaydım! Âh, kavmin seni şehrinden çıkaracakları zaman hayatta ve yanında olsam!.."
Bunun üzerine Râsûlullah:
"-Onlar beni Mekke'den çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da:
"-Evet, senin getirdiğin gibi bir şey getirmiş kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana elimden geldiği kadar yardım ederim." cevabını verdi. Ancak çok geçmedi. Varaka vefat etti. (Buhârî, Bed'u'l-Vahy, 3; Taberî, Tarih, 2, 47)
Müddessir Sûresi'nin ilk beş âyeti nâzil olduğu zaman, Hazret-i Peygamber, büyük vazifenin başlamak üzere olduğunu anladı ve sevgili hanımına:
"-Şimdi bana kim inanır?" deyince, en büyük destek, ilâhî dâvâ yolunda parlayan ilk nûr Hazret-i Hatice:
"-Ben inanırım!.." diyerek erkek ve kadınlar içinde ona ilk iman etme şerefine nâil olmuştu. (İbn Abdi'l- Berr, el-İstiab, 4, 274)
|
|
Hazret-i Hatice Annemiz - 2
Boykot yıllarında...
Peygamber Efendimiz, tebliğe başladıktan sonra ilk zamanlarda alay ve hakaretlerle mukâbele eden Mekke müşrikleri, gün geçtikçe zulümlerini arttırmış ve türlü işkencelere baş vurmuşlardı. Bu işkence ve zulümlerinden birisi de bütün mü'minleri, Hâşimoğulları'nın yaşadığı "Şi'b-i Ebî Tâlib"de toplamak ve onlarla her türlü alâkayı kesmekti. Üç yıl kadar süren bu boykot zamanında yiyecek bir şey bulamayan müminlerin nice çocukları ölmüş, kendileri de ağaç kabuklarını yiyerek açlıklarını bastırmak mecburiyetinde kalmışlardı. İşte bu esnâda Hazret-i Hatice validemiz malıyla, canıyla her türlü fedâkârlıkta bulunarak, devamlı bir surette Peygamber Efendimiz'in yanında bulunmuş, kendisine destek olmuştur.
Hazret-i Hatice validemiz, kendi şahsî gayretlerinin yanısıra akrabalarını ve daha Müslüman olmamış yeğenlerini de devreye koyarak bu boykotun kaldırılmasında da çok müessir olmuştur.
Nitekim kardeşinin oğlu Hakîm b. Hizam, bu yolda ilk adımı atan kimse olarak bilinmektedir. O, bir gece, yüklenebildiği kadar erzak alarak halasına götürdü. Bunu öğrenen Ebû Cehil, onun yakasına yapışıp:
"-Sen anlaşmaya aykırı davrandın, Hâşimoğullarına erzak götürdün, seni Kureyş'in huzûruna götürüp rezil edeceğim!.." demişti.
Durumu öğrenen Ebû'l-Buhturî bin Hişâm:
"-Sen onun halasına erzak götürmesine mâni olamazsın, akraba ziyâretini kesemezsin!" dedi. Bunun üzerine Ebû Cehil ile aralarında kavgaya kadar giden münâkaşalar oldu. (İbn Hişâm, es-Sîre, 1, 240)
Oysa Hakîm, her fırsatta bir şeyler satın alıp halasına gönderiyordu. Ebû Cehil, sadece bir sefer onu görmüş ve münâkaşa etmişti.
Allâh seni mümtâz kıldı
Hazret-i Hatice, bu sıkıntılı boykot yıllarının ardından, yâni 25 yıllık mutlu ve müstesnâ bir evlilik sonrasında muhterem efendisi Allâh elçisine ve bu fânî âleme vedâ etmenin arefesindeydi. Onun ayrılık ânının yaklaştığını anlayan Allâh Rasûlü:
"-Ey Hatice, Allâh seni mümtaz kıldı. Seni İmrân'ın kızı Meryem ile Fir'avn'ın karısı Âsiye üzerine tercih etti." diye iltifatta bulundu.
Hazret-i Hatice vâlidemiz vefat ettikten sonra, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- onu Mekke'nin Hacûn adındaki mezarlığına götürdü. Onu kendi mübârek elleriyle defnetti. O günlerde henüz cenâze namazı farz kılınmamıştı. Daha sonraları da Hazret-i Peygamber sık sık mezarlığa gidip onun kabrini ziyâret ederdi.
Hatice Annemizin Ahlâkı
Hazret-i Hatice'nin güzel sıfatları ve ahlâk-ı hamîdesi hakkında bir hayli mâlûmat bulunmaktadır. O, Hazret-i Peygamber'le 25 yıl birlikte yaşadı. Onun peygamberliğini tasdik eden ilk kimse olarak, onun davasına güç kattı. Bütün malını Allâh Rasûlü'nün ve hak din olan İslâm'ın uğrunda harcamıştı. Rasûlullâh'ın, ikisi erkek, dördü kız olmak üzere 6 çocuğunun annesiydi.
Hayatta olduğu müddetçe Hazret-i Peygamber'e her hususta yardımcı olmuştu. Bilhassa, tebliğ vazifesinin verildiği ve herkesin kendisinden yüz çevirdiği bir sırada, yerinde ve güzel nasihatları ile onu teselli edip huzura kavuşturmuştu. Bu sebeple Hazret-i Peygamber ondan râzı ve hoşnut idi. O hayattayken başka bir kadınla evlenmedi.
***
Hazret-i Peygamber, Hazret-i Hatice annemizden o kadar hoşnut idi ki, her vesîleyle onu güzellikle yâd eder ve kendisine duâda bulunurdu. Bu durum karşısında Hazret-i Âişe annemiz, bazen onu kıskanırdı. Nitekim bir defasında Rasûlullâh Efendimiz'e:
"-Ey Allâh'ın Rasûlü, daima Hazret-i Hatice'yi hatırlıyorsunuz. Halbuki o, dul ve ihtiyar bir kadındı. Allâh, sana ondan daha iyisini verdi. Elbette beni ondan daha çok seversiniz değil mi?" dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:
"-Hayır, Allâh'a yemin olsun ki, bana ondan daha hayırlı bir kadın müyesser olmadı. Kimse beni tasdik etmezken, o tasdik etti. Başkaları beni mahrum ederken o malını verdi. Benim, âlemde yalnız bir dostum vardı, o da Hatice idi." buyurdular. (İbn Hacer, el-İsâbe, 4, 281)
***
Hazret-i Âişe'den başka bir rivâyet de şöyledir:
"-Ben, Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in kadınlarından hiç birisi hakkında Hatice'ye karşı olan kıskançlığım derecesinde kıskançlık duymadım. Hâlbuki ben Hatice'yi görmemiştim bile... Fakat Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, onu yanımda çok anardı. Rasûlullâh bir koyun kestiği zaman:
"-Onu Hatice'nin dostlarına gönderin!" derdi.
Yine Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- diyor ki:
"-Bir gün kızdım da: "Hatice mi?" dedim. Bunun üzerine  'ın elçisi:
"-Onun sevgisi bana rızık olarak verildi..." buyurdular." (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 12)
***
Hazret-i Ali'den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz:
"-Dünya kadınlarının en hayırlısı İmran'ın kızı Meryem, müslüman kadınlarının en hayırlısı da Hatice'dir!" buyurmuşlardır. (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar, 20)
Cenâb-ı Hak, cümle hanımları Hazret-i Hatice gibi ahlâk âbidesi, zarif, firâsetli ve tâhire bir hanım; anneleri de yine Hazret-i Hatice gibi ulu bir anne eylesin!
Âmîn!..
Bu Örnek Hayattan Alınacak İbretler:
*Hazret-i Hatice gibi firasetli olarak, evleneceğimiz kişide mal ve mülkten ziyâde güzel ahlâk ve dürüstlük aramalıyız. Nitekim, Hazret-i Hatice:
"-Ey  'ın en sevgili kulu! Ben, sizin ahlâkınıza hayrân kaldığım için, evlilik teklifinde bulundum." demiştir.
*Eğer yuva kurduğumuz kimseye göre mal vb. bir üstünlüğümüz varsa, bunu onu rahatsız edecek şekilde kullanmamalıyız. Bilakis imkan çokluğunu fırsat bilerek refîkimizin gönlünü almanın yollarını aramalıyız. Hazret-i Hatice de "malından istediği gibi kullanma hakkını" Rasûlullâh'a vermiş ve bu, iki gönül arasındaki ünsiyet, muhabbet ve ülfeti arttırmıştır. Tabiî ki, her iki tarafın da Peygamber Efendimiz'in "el-Emîn" sıfatından hisse alması icap etmektedir.
*Bir hanım, zevcine daima destek olmalıdır, bilhassa en zor zamanlarında... Peygamber Efendimize ilk vahiy geldiği zaman:
"-Bana kim inanır, ya Hatice?" diye sorduğunda, Hazret-i Hatice vâlidemiz,  Rasûlü'nün fârik vasıflarını kendisine hatırlatarak ona moral vermiş ve:
"-Kimse inanmasa bile ben inanırım, ey  'ın Rasûlü!.." diyerek teslimiyetini ifade etmiştir. Eğer "Kimse sana inanmaz!" deseydi, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i yalnız bırakmış olacaktı.
Yine, Peygamber Efendimiz'e imanını açıklarken kullandığı, "Ben inanırım, ey  'ın Rasûlü!" ifadesi de, hanımlarının zevclerine bulundukları makama uygun bir hitap tarzı ile hitap etmelerini işaret etmektedir. Bu, aynı zamanda hitap ettiği kişiye mesuliyetini de hatırlatmaktır.
*Hazret-i Hatice müşriklerin ağır zulüm ve boykot zamanlarında da malıyla, canıyla Peygamber Efendimiz'in meşakkatine ortak olmuş ve bir anne gönlünü bütün mü'minlere açmıştır. Ayrıca her fırsatta Allâh Rasûlü'nün sevdiklerine hediyeler vererek, Onun kıymeti biçilemez sevgi ve medhine mazhâr olmuştur. Nitekim, Hazret-i Hatice vâlidemizin vefâtından yıllar sonra bile,  Rasûlü kestirmiş olduğu her kurbanda Hazret-i Hatice'yi yâd etmiş ve bir vefâ nişânesi olarak onun akrabalarına da pay ayırmıştır.
*Hazret-i Hatice, göstermiş olduğu anlayış, diğergâmlık, sevgi ve cömertlikle Peygamberimiz'in müstesnâ takdirini kazanarak, gönlünü fethetmiştir. Bu sayede iki cihan güneşinin rıza ve duâsına nâil olmuştur. Demek ki, hanımlar da zevclerine Hazret-i Hatice'nin nazarıyla yaklaşırlarsa, onların ve dolayısıyla Rablerinin rızasına nail olabileceklerdir. Nitekim bir gün Cebrâil -aleyhisselam- Peygamber Efendimiz'e gelerek:
"-Ya Rasûlallâh! İşte Hatice, sana doğru geliyor. Yanında da katık ve içecek şeyler var, onları sana getiriyor. Gelince ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Cennette inciden yapılmış bir sarayla da müjdele! Ki o sarayda, ne gürültü ve ne de çalışma vardır!" buyurmuştur. (Buhârî)
*Âilemize en büyük yardımımızın sevgi olduğunu unutmamalıyız. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Hatice'yi çok kıskanan Hazret-i Aişe vâlidemize:
"-Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi. Bana onun sevgisi rızık olarak verildi." buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-, hem çocuklu ve dul bir hanımdı, hem de Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'den on beş yaş büyüktü. Ancak o, zâhiren dezavantaj gibi görünen bu hususları, sahip olduğu nezâket, zerâfet, ahlâk, diğergâmlık ve muhabbeti bereketiyle ortadan kaldırdı ve müstesnâ bir şâhika sergiledi. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'i kendisine mest ettirdi. Yirmi beş sene güzîde bir hayat yaşadılar. Her hâliyle Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ- hanımlık husûsiyetlerinin ümmete misâl en zirve san'atı oldu. Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in hayatını, solmayan ve tazeliğini her dâim devam ettiren güzelliklerle süsledi. Yuva kuracak bütün hanımlara fiilî ve ebedî bir numûne oldu…
Rabbimiz, asâlet, zerâfet, fedâkarlık ve sevgi âbidesi Hazret-i Hatice vâlidemizin gönül dünyasından bizlere de hisseler nasib etsin.
Âmin.
|
|
Hazret-İ Âişe-1
Salat-ü selâm olsun, Hakk�ın Habibi�ne
Salat-ü selâm olsun, cihânın şefaat güneşine
Salat-ü selâm olsun O varlık nûru Nebiye
Bugün de yolculuğa çıkalım gönül gönüle�
Mahzûn yüreklerimiz, asr-ı saâdete, nûrlu haneye� Konsun, nebîler nebisinin en sevgilisi, Ebûbekir�in incisi müslüman hanımların beşer âlemine iftiharla gösterebileceği eşsiz inci Hazret-i Âişe annemizin penceresine�
Bu defâ da Âişe annemizin feyziyle nasiplenelim; O�nun iffet, fazîlet, cömertlik, feraset ve fetânet tüten kalp âleminden inciler devşirelim. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anha-; ömrünün en güzel günlerini, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- nefesiyle, baharları hayran bırakan terbiyesini alarak geçirdi. Hiç boş durmadı. Sevdi, sevdirdi. Gayret etti. Üstün zekâsıyla bilinmeyenlere kanat açtı.  Rasûlü�nün mükemmel muallimliğinde önce mükemmel bir talebe, sonra da mükemmel bir muallime oldu. Gelecek nesillere, ilimlere ışık oldu. Hadis ilminin güneşi, fıkıh ilminin önderi, hanımlara en büyük rehber ve örnek oldu.  ondan râzı olsun.
Hazret-i Âişe; Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-�in en yakın arkadaşı olan Hazret-i Ebubekir�in kızı ve iki cihân güneşinin pâk zevcesi idi.
�Âişe-i Sıddîka� diye tanındı. Annesi Ümmü Ruman, Peygamber Efendimiz�in çok değer verdiği bir hanımdı.
Peygamber Efendimiz ile Evlilikleri
Hazret-i Âişe, Peygamber Efendimiz nübüvvetle vazifelendirildikten 4 yıl sonra Mekke�de doğdu. Peygamber Efendimize rüyasında bir meleğin 2-3 defa �Bu senin hanımındır� diye Hazret-i Âişe�yi göstermesi üzerine Efendimiz, O�nunla Mekke�de nişanlanıp Medine�de, hicretin ikinci yılında evlendi. Osman bin Maz�un�un hanımı Havle binti Hakim olayı şöyle anlatır.
Hazret-i Hatice�nin vefâtını müteâkiben (Osman b. Maz�un�un karısı) Havle binti Hakim Resûlullah�a giderek:
�-Evlenmeyi düşünmez misin?� diye sormuş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, kendisini çocuklarıyla birlikte kimin ve nasıl kabul edeceğini sormuş. Havle:
�-Dilersen kız, dilersen de dul olabilir!..� demiş. Hazret-i Peygamber, kız olarak kimin bulunduğunu sorunca, Havle:
�-Dünyada herkesten çok sevdiğin Ebûbekir�in kızı Âişe!..� demiş.
Bundan sonra  elçisi:
�-Peki dul olarak kim var?� diye sorduğunda Havle:
�-Sana inanan Sevde binti Zem�a var.� demiş.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber öncelikle Sevde olmak üzere ikisini de istemesini söylemiş. Zira evdeki çocuklara yardım edecek, evi çekip çevirecek birine ihtiyacı vardı. Bundan sonrasını Havle şöyle anlatıyor:
�Ebû Bekir�in evine varınca, orada Âişe�nin annesi Ümmü Ruman�ı buldum. Ona:
�-Ümmü Ruman!  �ın size nasıl bir hayır ve bereket nasip ettiğini biliyor musun?� dedim. Ümmü Ruman:
�-O nasıl bir şey?� diye sordu.
�-Resûlullah, beni Âişe�yi kendisine istemem için gönderdi.�
�-Ben de bunu isterim, ancak Ebûbekir�i bekle, biraz sonra gelir!..�
Ebûbekir gelince, Havle bu sefer ona dönerek:
�-Ey Ebâbekir!  �ın sana nasıl bir hayır ve bereket nasip ettiğini biliyor musun? Resûlullâh beni, Âişe�yi istemek üzere gönderdi� dedi.
Ebûbekir, Resûlullah�a karşı yakınlığına işâret ederek:
�-Âişe ona zevce olabilir mi? O, onun kardeşinin kızıdır da?!..� dedi.
Bunun üzerine Havle, tekrar Hazret-i Peygamber�in yanına döndü ve Ebûbekir�in söylediklerini haber verdi. Hazret-i Peygamber, onun tekrar Ebûbekir�e gitmesini ve kendisine şunları bildirmesini söyledi.
�-O, benim İslâm�da kardeşimdir. Ben de O�nun dinde kardeşiyim. Kızı, bana zevce olabilir.�
Havle diyor ki:
�-Bunun üzerine tekrar Ebûbekir�in yanına geldim ve bana söyleneni aynen tekrarladım. O:
�-Ben dönünceye kadar bekle!..� dedi. Ebûbekir çıktıktan sonra Ümmü Ruman, Havle�ye şöyle bir açıklamada bulundu:
�-Mut�im b. Adiyy, Âişe�yi oğlu Cübeyr�e istemişti.  �a yemin ederim ki, Ebûbekir verdiği sözden hiç bir zaman dönmemiştir.�
Ebûbekir, Mut�im�in yanına girdiğinde karısı da orada bulunuyordu. Müşrik olan karısı:
�-Ey Kuhafe�nin oğlu! Oğlumuzu kızınla evlendirirsek, herhalde O�nu dininden saptırıp kendi dinine sokmak isteyeceksin!..� deyince, Hazret-i Ebûbekir, ona cevap vermeden Mut�im�e dönerek:
�-Ne diyor bu kadın?� diye sordu. Mut�im:
�-O, işittiğin (benim de iştirak edip kabul ettiğim) sözü söylüyor!..� cevabını verdi.
Hazret-i Ebûbekir, verdiği sözden dönmesine bir engel bırakmayan Allah�a hamd etti ve sevinçle evine döndü. O zaman Havle�ye:
�-Rasûlullâh�ı buraya dâvet edelim!..� dedi.
Havle, Resûlullah�ın yanına gelip O�nu, arkadaşı Ebûbekir�in evine davet etti. Ebûbekir, O mübârek insanla kızı Âişe�yi nikâhladı. (Taberî, Tarih, 2, 412)
Hazret-i Peygamber�in evlendiği hanımlar içinde sadece Hazret-i Âişe bâkire idi. Bu evlilik, iki dost arasında akrabalık bağlarının nasıl pekiştirildiğini gösteriyordu. Bununla beraber bu evlilik gerçekleştiği zaman, Mekkeliler heyecanlanıp şaşırmış görünmediler. Onlar, bu evliliği gayet normal karşıladılar. İslâm düşmanlarından hiç birisi o zaman konuşacak bir şey bulamadı. En azılı düşmanlar bile bu evlilik sebebiyle Hazret-i Peygamber�i itham edecek bir kusur bulamadılar. Gerçekten de bu konuda yapılacak bir şey ve söylenecek bir söz yoktu. Çünkü olsa olsa Hazret-i Âişe�nin küçüklüğü söz konusu olabilirdi. Hâlbuki daha önce O�nun Mut�im b. Adiyy�in oğlu Cübeyr için istemişti. Şâyet böyle bir yaş, o devirde ve o toplumda evlilik için küçük sayılacak olsaydı; Peygamber Efendimizden önce Hazret-i Âişe�ye talip olan kişinin de yadırganması gerekirdi. Lâkin o devirde bu sebeple ne Cübeyr, ne de Peygamber Efendimize karşı ileri-geri konuşulmuştur.
Bütün bunlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür. O günün şartlarına göre, kızların küçük yaşlarda evlendirilmesine, örf ve adet açısından bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü bir kızın evlenebilmesi için iki şart vardır. Psikolojik ve biyolojik olarak hazır olması:
1) Psikolojik olarak, Hazret-i Âişe�yi inceleyecek olursak:
Hazret-i Âişe, Peygamber Efendimizden önce başka biriyle nişanlı idi. Eğer hazır olmasa idi, böyle bir teklifi kabul etmez, başkasıyla nişanlanmazdı. Halbuki o zamanki örfte herkes, o yaşlarda evlendiği için bir genç kız, 9-10 yaşına geldiğinde psikolojik olarak evliliğe hazır oluyordu. Çünkü çevresi bu örneklerle doluydu. Bu durum, zamana, örfe ve topluma göre değişkenlik gösterebilir.
2) Biyolojik hazırlık safhası ise, büluğ çağı dediğimiz devredir. Arabistan�da iklim sebebiyle kızlar, bizim �erken� diye düşündüğümüz 8-9 yaşlarında büluğ çağına ulaşıyorlardı. Bu da Hazret-i Âişe�nin bedenen de evliliğe hazır olduğunu gösterir.
Günümüzde de yenilen hormonlu gıdalar ve çevredeki aşırı cinsel uyarılar (medya v.s.) sebebiyle buluğ yaşı 9-10 yaşlara kadar inmeye başladığı belirtilmektedir.
Ayrıca Arap yarımadasını gezip gören insaflı bir müsteşrikin bu konuda şöyle dediği nakledilir:
�-Âişe, yaşının küçüklüğüne rağmen, Arap kadınlarına has bir gelişme ile çabucak gelişti. Bu hızlı gelişme yirmi yaşını izleyen senelerde kadınların çabuk kocamalarına da sebep olur.� demektedir. (Bkz: Ayşe Abdurrahman, Terâcim Seyyidât Beyti�n-Nübüvve s. 257-258)
Sonuç olarak O�nun, Hazret-i Hatice�nin vefatından sonra, hicretten üç sene önce Rasûlullah ile evlendiğini söyleyebiliriz. Bu da bi�set�in onuncu senesi Şevval ayına tesâdüf ediyordu. Zifaflarının ise Medine�de, yine Şevval ayında hicretin ilk yılında olduğu bilinmektedir
Hazret-i Aişe - 2
Eşleri arasında, Hazret-i Hatice'den sonra, Peygamber Efendimiz'in sevgisine en çok mazhar olan kimse, Hazret-i Âişe idi. O hem maddî, hem de mânevi özellikleri bakımından diğer hanımlarından farklıydı. Muhaddis Zehebî, Hazret-i Âişe'nin bu özelliklerini şöyle nakleder:
"O, güzel ve beyaz bir kadındı. Bunun için ona «Hümeyra» denir. Hazret-i Peygamber'in zevceleri içinde bâkire olan tek o idi. Bir kadını, ondan daha çok sevmedi. Kadınlar içinde ondan daha bilgili birisini görmedim. O,  Rasûlü'nün, hem dünya, hem de ahiretteki zevcesidir. Bundan daha büyük bir iftihar vesîlesi olur mu?" (Zehebî, II, 140)
Düğünle birlikte bu yeni gelin, Peygamber Efendimizin evine taşındı. Evi, kerpiç ve hurma dalları kullanılarak mescidin etrafına yapılmış odalardan birisi idi. Odanın tabanında bir hasır serili idi. Onun üstünde de içi hurma lifi dolu deri bir yatak vardı. Kapı olarak da kıldan yapılmış bir perde asılmıştı. Bu basit ve sâde evde, Hazret-i Âişe evlilik hayatını devam ettirmeye başladı.
Evliliğin ilk yıllarında, İslâmiyet'in istikbâli ile ilgili bir netlik yoktu. Peygamber Efendimiz bile, ümmetinin istikbâlinden endişe ediyordu. Bu yeni dini, hanımlar arasında anlatacak, onların eksik ve yanlışlarını düzeltecek, zekî, istekli ve gayretli bir hanıma ihtiyaç vardı. Hazret-i Âişe, bütün bu meziyetlere fazlasıyla sahipti. Dokuz sene müddetle Hazret-i Peygamber'in en yakını oldu. Peygamber Efendimiz'den öğrendikleri ile o, kısa zamanda büyük bir hadis ve fıkıh âlimi olarak yetişti. Bilhassa hanımlar, kendileriyle ilgili öğrenmek istedikleri hususları, Hazret-i Âişe'ye sorarlardı. Ayrıca çok gelişmiş bir edebî zevk ve kültürü vardı.
* * *
Hazret-i Âişe, genç kızlığa ve olgunluğa geçiş devrini Peygamber Efendimiz'in evinde tamamlamıştı. Rivâyetlere göre, o, ilk defa eve geldiğinde komşu kız çocuklarıyla ve oyuncaklarla oynuyordu. Peygamber Efendimiz de onun bu hâlini sevgi ve hoşgörü ile karşılıyordu.  Rasûlü, bazen kendisini alıp Mescid'de Habeşlilerin halk oyunlarını seyretmeye götürüyor, bazen de onunla bizzat koşu yarışmaları yapıyordu.
Rasûlullâh nezdinde kıymetli ve sevgili bir eş olmasına rağmen, o, fıtratının gerektirdiği şeyleri yapmaktan da çekinmiyordu. Belki bunda Peygamber Efendimizin fevkalâde muhabbet ve hoşgörüsünün de payı vardı. Eşler arasında en çok kıskançlık duyguları yaşayan Hazret-i Âişe idi. Onun kıskançlığı zaman zaman âyet-i kerîmelerin inmesine bile sebep olmuştu. Meselâ, (daha sonraki vâlidelerimizin hayatında teferruatı verileceği üzere) "bal şerbeti" ile ilgili âyet-i kerîmeler, Hazret-i Âişe'nin en önde yer aldığı bir kıskançlık hâdisesinin neticesi olarak nâzil olmuştu.
Rasûlullâh'ı en fazla kıskanan ve O'nun sevgisini kazanmak için en çok çaba sarfeden zevce, şüphesiz Hazret-i Âişe idi. Bunda  Rasûlü'nün bâkire olarak evlendiği tek kadının Hazret-i Âişe olmasının büyük rolü vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz'in Hazret-i Âişe dışındaki bütün hanımları, daha önce evlenmişler ve bazıları da önceki kocalarından çocuk sahibi olmuşlardı. Oysa, Hazret-i Âişe'nin kalbini dolduran ilk ve tek aşk, Hazret-i Peygamber'di ve evlilik mutluluğunu en güzeli ile ilk ve son kez O'nda -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tatmıştı.
Diğer taraftan Hazret-i Âişe, yaşça hepsinden küçüktü ve Peygamber Efendimiz'in en çok sevdiği dostu Ebûbekir'in kızıydı.
İFK (İFTİRA) HADİSESİ
Hazret-i Âişe'ye çok derinden tesir edecek ve hayatında bir dönüm noktası teşkil edecek bir olay vardır ki, İslâm tarihi kitapları onu "İfk Hâdisesi" şeklinde isimlendirirler. Hazret-i Âişe, bu olay üzerine günlerce ağlamış ve evine kapanmıştır. Münâfıkların reisi olan Abdullah b. Übey b. Selûl'ün tezgahladığı bu olay, kısaca şöyle cereyan etmiştir:
Hicretin 6. senesiydi. Peygamber Efendimiz, Benî Mustalık Gazvesi'ne hazırlanıyordu. Daha önceki seferlerinde olduğu gibi, yanında gidecek zevcesini tesbit için kura çekilmiş, kura Hazret-i Âişe'ye çıkmıştı. Gazâ, Müslümanların zaferi ile sonuçlandı. Ordu, Medine'ye doğru dönüş yolculuğuna başlamıştı. Medine'ye yakın bir yerde mola verildi. Bu esnâda Hazret-i Âişe, devenin üzerindeki hevdecden inerek ihtiyacını gidermek için ordugâhtan uzaklaşmıştı. Tekrar kâfileye dönerken gerdanlığını düşürdüğünü fark etti. Geçtiği yerlerde onu aramaya başladı. Hâlbuki ordu çoktan hareket etmişti. Onun, geride konaklama yerinde kalabileceği kimsenin aklına gelmemişti. Çünkü hevdecin üzeri örtülü idi. İçinde birisinin olup olmadığı dışarıdan belli olmuyordu. Ordu, sabahın ilk saatlerinde Medine'ye ulaştı. Mü'minlerin annesinin bindiği deve, evinin önündeki yerine çöktürüldü. Hevdeci yavaşça indirildi. Fakat büyük bir hayret ve şaşkınlıkla nıü'minlerin annelerinin hevdecde bulunmadığı görüldü. Rasûlullah ile ashabı bir süre endişe içinde beklediler. Bu arada onu aramaya çıkan sahabîler bile oldu. Sonunda uzaktan, onun bir deveye binmiş olduğunu, devenin yularının da Safvan b. Muattal es-Sülemî adında bir sahabî tarafından çekildiğini gördüler. Safvan, ordunun konaklama yerlerinde unuttuğu eşyaları toplamakla vazifelendirilmiş bir sahabî idi.
Olayın bundan sonrasını, Hazret-i Âişe'nin dilinden dinleyelim:
"Medine'ye geldiğimizde ben bir ay hastalandım. İnsanlar, iftira sahiplerinin sözlerini çoğaltıp yayıyorlarmış. Ben bunları bilmiyordum. Sadece hastalığımda bana şüphe veren bir şey vardı. Bu da Peygamber'den, başka zamanlardaki hastalıklarımda gördüğüm yumuşaklığı, bu hastalığımda görmüyordum. Sadece yanıma giriyor, selâm veriyor ve:
"-Hastamız nasıl?" diyordu.
Benim, hiç bir şeyden haberim yoktu, nihayet iyileşme dönemine girmiştim. Bir gece, Mistah'ın anası ile ihtiyaç giderme yerlerimiz olan Menası' tarafına çıkmıştık. Biz buraya geceden geceye çıkardık. Bu âdet, evlerimizin yakınında helâlar edinmemizden önceydi. Ben Mistah'ın annesi ile hâcet giderme yerine doğru yönelip giderken, onun ayağı çarşafına takılmış ve düşmüştü. Araplar arasında kötülük ve felaket zamanlarında söylenen:
"-Düşmanım helâk olsun!.." bedduâsı yerine:
"-Mistah helâk olsun!.." diye oğluna beddua etti. Ben ona:
"-Ne kadar kötü söyledin!.. Bedir'de hazır bulunan bir kişiye mi sövüyorsun?" dedim.
Bunun üzerine kadın bana:
"-Hele şu saf tazeye bak! Sen ortalıkta dönenleri işitmedin mi?" dedi ve iftira sahiplerinin sözlerini bana haber verdi. Bu yüzden hastalığıma bir hastalık daha eklendi. Evime dönünce de  'ın elçisi yanıma geldi, selâm verdi ve:
"-Hastamız nasıl?" diye sordu. Ben de:
"-Ya Rasûlallâh, anam ve babamın yanına gitmek üzere bana izin ver!.." dedim.
Hazret-i Âişe diyor ki:
"-Ben, bu haberin aslını anne ve babamdan sağlamca öğrenmek istiyordum. Sonra yine Âişe:
"-Rasûlullah bana izin verdi. Ben de ebeveynimin yanına geldim. Annem Ümmü Rûman'a:
"-İnsanların konuştukları bu sözler nedir?" diye sordum. Annem:
"-Kızım, kendini üzme, sen kendini ve sağlığını düşün.  'a yemin ederim ki, bir kadın senin gibi bir güzelliğe sahip olsun, kocasının yanında sevimli olsun, ayrıca birçok ortakları bulunsun da aleyhinde dedikoduyu çoğaltmasınlar, bu çok nâdirdir." dedi.
Ben de:
"-Subhânallâh! Gerçekten insanlar bu sözleri mi söylüyorlar? Doğrusu hayret edilecek bir şey!.." dedim.
Hazret-i Âişe dedi ki:
"-Ben o gece babamın evinde yattım. Sabaha kadar gözyaşım dinmedi. Gözüme uyku da girmedi. Sonra sabah oldu. Rasûlullah o sabah Ali b. Ebi Talib ile Üsâme b. Zeyd'i yanına çağırmıştı. Vahiy geciktiği için, ailesi ile ayrılması husûsunda onlarla istişarede bulunmuştu. Üsâme, âilesi (hanımı) hakkında kendi nefsinde bildiği ve gönlünde beslemekte olduğu sevgiyi, Rasûlullâh'a anlatarak işaret etti. Sonra da:
"-Ey Allâh'ın elçisi, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz." dedi.
Ali b. Ebî Tâlib'e gelince o da:
"-Ya Rasûlallâh,  sana dünyayı dar etmemiştir. Ondan başka birçok kadın var. Bununla beraber onun (Hazret-i Âişe'nin) câriyesi Berîre'ye de sorunuz. O doğrusunu sana söyler." demişti.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Berîre'yi çağırır ve:
"-Ey Berire! Sen, hanımın Âişe'de, sana şüphe veren bir hâl gördün mü?" diye sordu.
Berire de:
"-Hayır görmedim. Seni hak Peygamber olarak gönderen Allâh'a yemin ederim ki, ben hanımımdan aslâ ayıp olarak zuhûr etmiş bir şey görmedim. Âişe yaş itibarı ile küçük bir kadındı. Hamur yoğururken uyurdu da, evin besi koyunu gelip hamuru yerdi." demiş.
Bunun üzerine Rasûlullâh o gün mescidde ayağa kalkıp bir konuşma yaptı ve:
"-Âilem hakkında bana eziyet veren bir şahıs (iftirayı başlatan Abdullah bin Ubey bin Selül'ü kastediyor.) hakkında bana kim yardım eder?  'a yemin ederim ki, ben, âilem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiş değilim. Bu iftiracılar, öyle bir adamın ismini (Safvan b. Muattal) ortaya attılar ki, bunun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu kimse, şimdiye kadar âilemin yanına girmemiştir. Ancak benimle beraber girmiştir." buyurdu.
Hazret-i Âişe - 3
Hazret-i Âişe anlatmaya devam ediyor:
"-Ben, o gün ağladım. Ne gözümün yaşı dindi, ne de gözüme uyku girdi. Sabahleyin anam ve babam yanıma geldiler. Bu şekilde iki gece ve bir gün ağladım. Hatta ağlamaktan ciğerim parçalanacak sandım. Anam ve babam yanımda oturdukları, ben de ağlamaya devam ettiğim bir sırada, Ensar'dan bir kadın içeriye girmek için izin istemişti. Ben de izin vermiştim. O da oturup benimle ağlamaya başlamıştı. Biz bu vaziyette iken, ansızın Rasûlullâh içeriye girdi ve yanıma oturdu. Hâlbuki Rasûlullâh, hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Aradan tam bir ay geçmişti. Bu zaman zarfında kendisine bir şey vahiy olunmamıştı. Hâlbuki O, ısrarla bu işin gerçek yüzünü ortaya koyacak bir vahiy bekliyordu.1
 'ın Rasûlü, şehadet kelimesini söyledi, sonra da:
"-Ey Âişe! Bana senin hakkında şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer bu isnatlardan berî isen, yakında  seni temize çıkarır. Yok, eğer böyle bir günaha yaklaşmışsan,  'tan mağfiret dile ve  'a tevbe et!.. Çünkü kul, günahını itiraf ve tevbe edince,  da ona afv ile muâmele eder.� buyurdu.
Hazret-i Âişe devamla:
"-Rasûlullâh konuşmasını bitirince gözümün yaşı kesildi. Hatta bir damla bile akmıyordu. Hemen babama:
"-Rasûlullâh'ın söylediği söze, benim adıma cevap ver.� dedim. Bunun üzerine babam:
"-Vallahi kızım, Rasûlullâh'a ne diyeceğimi bilmiyorum.� dedi ve sustu.2
Sonra anama:
"-Rasûlullâh'ın söylediği söze benim adıma cevap ver.� dedim. O da:
"-Vallahi, ben de Rasûlullâh'a ne cevap vereceğimi bilmiyorum� dedi ve sustu.
Hazret-i Âişe devamla dedi ki:
"-Ben yaşı küçük bir hanımım. Kur'ân'ın büyük bir kısmını (ezberden) okuyamıyordum. Bu sebeple şöyle dedim:
"-Allâh'a yemin ederim ki, insanların dedikodusunu işittiğinizi bildim. O, sizin nefsinize yerleşti ve siz ona inandınız. Şimdi ben size, «Ben suçsuzum!..» desem -ki  benim suçsuz olduğumu biliyor- benim bu sözüme inanmazsınız. Eğer size bir şey itiraf etsem -ki kesin olarak  , benim suçsuz olduğumu biliyor- o zaman siz beni tasdik edersiniz.
Allâh'a yemin ederim ki, bu durumda sizin ve benim için bir misâl bulamıyorum. Sadece Yusuf Peygamber'in babasını örnek olarak görüyorum. O, oğullarına:
"Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak ise sadece  'tır.� (Yusuf, 18)�
Bu sözü söyledim, sonra da yatağıma doğru yöneldim. Ben, Allâh'ın beni temize çıkaracağını umuyordum. Lâkin, hakkımda (Kur'ân-ı Kerîm âyeti gibi namazlarda) okunur bir vahyin indirileceğini hiç düşünmezdim. Ben, kendimi, Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilecek kadar değerli görmüyordum. Bununla beraber şunu umuyordum ki, Rasûlullâh, bir rüya görsün ve Allâh, o rüya ile beni temize çıkarsın. Allâh'a yemin ederim ki Rasûlullâh yerinden kalkmamıştı ve oradakilerden hiç biri de odadan çıkmamıştı. Nihayet Rasûlullâh'a vahiy indirildi. Onu, vahyin ağırlık ve şiddetinden terlemek gibi vahiy belirtileri kapladı. Hatta vahiy esnasında kış günlerinde bile inci gibi ter taneleri dökülürdü. Vahiy eserleri Rasûlullâh'ın üzerinden kalkınca, sevincinden gülüp bana şu sözleri söyledi.
"-Ya Âişe!.. Allâh'a hamd et. Allâh, seni kesin olarak temize çıkardı.�
Bunun üzerine anam, bana:
"-Kalk da Rasûlullâh'a teşekkür et.� dedi. Buna karşılık ben o denli incinmiştim ki, tatlı bir sitemle:
"-Hayır ben ona kalkmam. Yalnız Allâh'a hamd ederim.� dedim.
İşte Yüce Allâh, benim beraatim (suçsuzluğum) hakkında Nûr sûresinin 11-22. âyetlerini3 indirdi.
Allâh, benim suçsuzluğum hakkında bu âyetleri indirince babam Ebû Bekir, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı maddî yardımda bulunduğu Mistah b. Üsâse için:
"-Kızım Âişe'ye bu iftirayı yaptıktan sonra, vallahi, bundan böyle Mistah'a bir
şey vermem!..� diye yemin etti.
Bunun üzerine Yüce Allâh:
"Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabasına, fakirlere ve Allâh yolunda hicret edenlere vermemek hususunda yemin etmesin, bağışlasın ve aldırmasın. Allâh'ın, sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allâh, gafûrdur, rahîmdir.� (en-Nûr, 22) buyurdu.
Bu âyetin inmesi üzerine Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
"-Vallahi, ben, Allâh'ın beni bağışlamasını severim!..� dedi ve yemininin kefâretini ödeyerek Mistah'a yaptığı yardımı tekrar yapmaya başladı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe'nin durumumu Zeyneb binti Cahş'a sormuş:
"-Ey Zeynep! Âişe hakkında ne bildin ve ne gördün?� buyurmuştu.
Zeynep de:
"-Ey Allâh'ın elçisi! Ben kulağımı işitmediğim, gözümü de görmediğim şeyden muhâfaza ederim. Allâh'a yemin ederim ki, ben Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmem.� diye güzel şehadet etmişti.4
Bu konuda Hazret-i Âişe:
"-Zeynep (Peygamber'in kadınları arasında güzelliği ve Peygamber yanındaki mevkii bakımından) benimle rekâbet eden bir kadındı. Fakat Allâh onu, takvâsı sebebiyle (iftiracılara katılmaktan) korudu.� demiştir. (Buhârî, Şehâdat, 15)
Daha sonra Nûr Sûresi'ndeki 4. âyete göre, iftirâ atan kimselere had cezası uygulandı.
(Devam Edecek)
1 Bu olay, Peygamber Efendimizin gaybî (bizzat şâhit olmadığı) bir hâdise hakkında, her zaman için bilgi sahibi olmadığını gösteriyor. Zira peygamber de olsa, insanların bilgileri tamamen Allâh'ın bildirdiklerinden ibârettir. Peygamber Efendimiz de, Allâh kendisine vahiyle veya Cebrâil vasıtasıyla bildirmedikten sonra gayb hakkında bir bilgi sahibi değildir.
Diğer taraftan bu hâdise, bir gerçeği daha ortaya koymaktadır: Kur'ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz tarafından yazılmamıştır ve sadece  tarafından gönderilen vahiylerden ibârettir!.. Eğer Kur'ân-ı Kerîm, bazı müşrik ve müsteşriklerin iddia ettiği gibi, Hazret-i Peygamber tarafından uydurulmuş (!) olsaydı, kendi âile hayatı gibi nâzik bir konuda ve en sevdiği eşi ile ilgili olarak bir ay beklemez, bir an önce istediği şekilde birkaç âyetle durumu açıklığa kavuşturdu. Halbuki bu mesele, dilden dile dolaşmış, Peygamber Efendimiz'in en küçük bir açığını arayan Mekke müşrikleri ve Medine münâfıkları için paha biçilmez bir ganimet şeklinde kabul edilmişti. Arada bazı saf Müslümanlar da bu dedikodulara bulaşmış ve âdeta her mahalle, her sokak ve her evde bu mevzû uzun bir müddet konuşulmuştu.
Böyle nâzik bir devirde, bu kadar hassas bir konuda uzun süre vahyin gelmemesi, Peygamber Efendimiz'i çok zor durumda bırakmıştı. Allâh Rasûlü de, hâdiseler ve vahyin inzâli hususundaki acziyetini derinden derine hissetmişti.
2 Hazret-i Ebûbekir'in bu hâli de çok ibretlidir. Kendi öz kızı hakkında bir babanın, duygularına kapılarak tezkiyede bulunması çok kolay, fıtrî bir temâyüldü. Hâlbuki o, Peygamber'in sükût ettiği ve karar veremediği bir konuda, belki bizzat temizliğine kesinlikle inandığı kızı hakkında bir açıklamada bulunmayarak, işin neticesini Allâh ve Rasûlü'ne bırakmıştı. Hazret-i Ebûbekir'in bu bağlılık ve teslimiyeti, onun ne kadar yüce bir mertebede olduğunu göstermektedir.
3 Bu âyet-i kerimelerden çıkarılacak pek çok ders vardır. Şöyle ki:
Nûr 11: "Haberiniz olsun ki ifk ile gelenler içinizden bir takımdır; onu hakkınızda bir şer sanmayın, belki o, hakkınızda bir hayırdır, onlardan her kişiye o vebalden kazandığı vardır. Büyüğünü deruhte eden (elebaşı), ona da büyük bir azâp vardır.�
Demek ki içimizde böyle zümreler olacak, kötülüğü yaymak isteyen, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve O'nun pak ailesine leke sürmek isteyenler hep var olacak. Bu, zâhirde kötü gibi görünse de âyette ifade buyrulduğu gibi hakkımızda hayırdır. Zira münafık ruhlu insanlar bu tür hadiseler sebebiyle kendini gösterir; böylece biz de onları tanıma fırsatına sahip olmuş oluruz.
Nûr 12: "Ne vardı onu işittiğiniz vakit erkek ve kadın mü'minler kendi kendilerine hüsn-i zann etselerdi de, bu açık bir ifktir (iftirâdır), deselerdi ya!�
Bu âyet-i kerîme de mü'min hanım ve erkeklerin bir iftira duyduklarında nasıl davranmaları gerektiğini anlatıyor. Buna göre bir iftira ile karşılaştığımızda elimizi vicdanımıza koyup "benim için böyle bir iftira atılsaydı, hakkımda insanların iyi şeyler düşünmesini isterdim...� diyerek iftiraya engel olmalıyız. Çünkü bilmediğimiz, görmediğimiz hususta şahitlik etmek ve başkalarına lâf aktarmak apaçık bir iftiradır.
Nûr 13: "Ona dört şâhit getirselerdi ya!.. Mademki şâhit getiremediler, o hâlde onlar  indinde yalancılardan ibarettirler.�
 , insanların hatalarının ispatında iki şahit isterken, yalnız zina iftirası husûsunda 4 şahit istiyor ve böylece zina iftirasının Allâh katında ne kadar şiddetli olduğunu gösteriyor. Eğer 4 şahit getirilmezse iddia sahiplerine ağır cezalar vardır. Nûr Sûresi 4. âyette hadd-i kazf, 80 değnek cezası olarak bildirilmiştir.
Nûr 14: "Eğer dünya ve âhirette  'ın fazl u rahmeti üzerinizde olmasa idi o daldığınız yaygarada size mutlak büyük bir azap dokunurdu.�
Zina iftirası, sonuç Cenâb-ı Hakk'ın azabını icab ettirir. Ama her şeyde olduğu gibi Cenab-ı Hakk'ın dünya ve ahiretteki lutuf ve merhameti yetişiyor da affolunuyoruz.
Nûr 15: "O sırada ki, dillerinizle telâkkî ediyordunuz (alıp aktarıyordunuz) ve ağızlarınızla hiç bir ilminiz (bilginiz) olmayan bir şey söylüyor ve onu kolay sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allâh yanında büyük bir vebal...�
Bu âyette iftirayı dinlemek, araştırmadan inanıp dilden dile başkalarına yaymak, Allâh katında büyük cürüm olarak ifâde ediliyor. "Biz yapmadık. Yapanlar utansın.� demek yetmiyor. Bir delil olmadan iftirayı ağzımıza almak büyük bir kul hakkına sebep oluyor.
Nûr 16: "Onu işittiğiniz vakit: Bunu söylemek bize gerekmez, hâşâ bu bir büyük bühtandır, deseniz ya!..�
Burada sahabenin adı altında hepimize edep dersi veriliyor. Cenâb-ı Hak, kullarının böyle durumlarda nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini bildiriyor.
Nûr 17: "(Bir daha) böyle bir şeye ebediyyen avdet etmeyesiniz... Eğer mü'min iseniz, Allâh size öğüt veriyor.�
Cenâb-ı Hak, ifk hadisesini bize örnek olarak gösteriyor ve buna benzer hadiselere alet olmamamız için bizleri ikaz ediyor.
4 Aralarındaki tatlı çekişmeye rağmen Zeyneb binti Cahş, doğruluk ve adâletten ayrılmamış, duygularının esiri olmamıştı. Burada bize de bir hisse düşmektedir: Gözümüzle görmediğimiz veya bizzat işitmediğimiz bir hâdise veya mesele hakkında susmalı ve mümin kardeşimiz hakkında hüsn-i zanda bulunmalıyız.
|
Yetiş Ey Fâtıma
"-Yâ Fâtıma koş! Kâbe'de babana yine işkence ve eziyet ediyorlar!.."
İslâm târihi sayısız kahramanlıklarla doludur. Bilhassa asr-ı seâdette nice erkek ve hanım sahâbîler vardır ki, maddî ve mânevî her sahâda Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e hizmette fedâkârlık ve kahramanlığın birer süreyya yıldızı olmuşlardır. Bunların sergiledikleri gönülleri ve gözleri coşturucu misâller sayısızdır. Fakat bir tanesi vardır ki, onu işiten mü'min gönüller, titrer; gözler, ırmak kesilir. Ne zaman okusam aklımı da, kalemimi de durdurur bu hâdise... Yazamam...
Evet, hakkıyle yazamam onu, ama duygularımı sizlerle paylaşmak için yazmaya gayret edeceğim:
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in gözünün nûru, biricik kızı Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, annesi Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ- öldükten sonra babasına destek olma şuurunu küçücük yaşına rağmen daha derinden hissetmeye başlamıştı. Artık hâne-i seâdette babasının en yakın arkadaşı o olmuştu...
Birgün hâne-i seâdetin önünde babasını her zamanki gibi beklerken bir çığlık işitti:
"-Yâ Fâtıma koş! Kâbe'de babana yine işkence ve eziyet ediyorlar!.."
Küçük yavru, yerinden şimşek gibi fırladı. Hiçbir şeyi görmez halde Kâbe'ye doğru koşmaya başladı. Beyni zonkluyor, yüreği göğsüne sığmıyordu. Kan beynine sıçramıştı. Alev topu gibiydi. Kâbe'ye yaklaşınca, secde hâlinde iken üzerine deve işkembesi konulmuş bulunan babasını, Âlemlerin Efendisi'ni gördü. Bu işkembeyi koyan müşrikler ise Hicr tarafında oturmuş kahkaha ile gülüşüyorlardı.
Küçük Fâtıma, kısa bir müddet müşriklere kızgınlık ve nefret dolu gözleriyle sert sert baktı. Sonra hemen babasını yanına koştu...
Kâbe'deki bu hazîn hâdisenin başlangıç seyrini Abdullâh ibn-i Mes'ûd -radıyallâhu anh-'dan dinleyelim:
"-Namaz kılarken Kâbe'de Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile birlikteydik. Ebû Cehil ve adamları bir yerde oturuyorlardı. O sırada biri gelip, ölmüş bir devenin işkembesini yakın bir yere bıraktı. Bunu gören Ebû Cehl dedi ki:
"-Bu kan ile bulanmış işkembeyi kim götürüp de Muhammed secdeye inince üzerine atar?"
O müşrik grubunun içinde Ukbe bin Muayt adında bir bedbaht, bu çirkin işe talip oldu ve onu Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- secdede iken başına attı. Bunun üzerine Rasûlullâh Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- secdeden kalkamadı. O bedbahtlar da kahkahalar atmaya başladılar. O kadar ki, gülmekten birbirinin üzerlerine düştüler. Biz o işkembeyi korkumuzdan Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üzerinden almaya cesâret edemedik. Ben kendi kendime şöyle dedim:
"-Ah benim gücüm kuvvetim olsaydı, o işkembeyi şu azgın müşriklere rağmen Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'ın sırtından alıp atabilseydim..."
İşte İbn-i Mes'ûd -radıyallâhu anh- böyle bir hâlet içindeyken oraya gelmiş bulunan küçük yavru, Hazret-i Fâtıma, büyük bir hırsla, bir hayli ağır olan deve işkembesini aldığı gibi bir kenara attı. Secdesine devam eden mübârek babasının yüzünü gözünü sildi. Sonra sert bir hareketle ayağa kalktı. Müşriklere döndü. Kızgın ve acı acı baktı. Bu bakışlar, bir ok gibi delici ve sivriydi. Öyle ki, o anda müşriklerin kalblerine garip bir korku ve ürperti dalgası yayıldı. Kahkahaları âniden kesildi. Şaşkınlaştılar. Hiç kimse kendinde cevap verebilecek bir takat bulamadı. Küçük Fâtıma, bakışlarındaki sertliği ve haşmeti, diline de yükledi. Müşriklere gazapla haykırdı. Gaddarlıklarına, zulümlerine, yaptıklarına, hayatlarına lânetler okudu. Sonra muzdarip küçük gönlü yoruldu ve küçük ellerini semâya kaldırıp:
"-Rabbim! Babama bu eziyetleri yapanları kahret. Dünyada ve âhirette onları rezil et!" diye bedduâda bulundu.
Oysa diğer zamanlarda bu müşrikler, değil böyle lânet okuyan küçük bir kızı, pazusu kuvvetli biri dahî kendilerine yan bakacak olsa hep birlikte o adamın üzerine çullanır parça parça ederlerdi. Ama şimdi küçücük bir kız olan Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-'nın îmân celâdeti karşısında korku ve endişeden sanki küçük dillerini yutmuşlar, en ufak bir karşılık veremiyorlardı.
Bu sırada Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- namazını bitirdi. Derhâl küçük Fâtıma, mübârek kolundan tutarak babasını kaldırdı. Mahzûn gözlerle yüzüne baktı. Âlemlerin o en şefkatli babası, küçük kızına bambaşka bir tebessüm buyurduktan sonra kendisi de ellerini semâya kaldırdı.
O an, semâda bu hâdiseyi görüp ağlaşan melekler, dikkat kesildi. Zîrâ biliyorlardı ki, bu eller, semâya kalkarsa aslâ reddedilmezdi. Hayır duâsına mazhar olanlar, ebedî hayra nâil olmuş, bedduâsına dûçâr olanlar da ebediyyen perîşân olmuş demekti...
Gözü yaşlı mahzun Nebî'nin, hiç bedduâ etmemiş olan mübârek dilleri, titrek bir sesle ilk defa:
"-Yâ Rabbi! Kureyş'ten şu topluluğu Sana havâle ediyorum." dedi.
Bu nebevî beddeâ, ânında makâmına ulaşırken, onu duyan Kureyşlilerin de bir anda betleri benizleri attı. Çünkü onlar da biliyorlardı ki, Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- aslâ yalan söylemezdi. Biliyorlardı ki, Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir şey söylerse, ya da bir şey dilerse, o, er geç mutlakâ gerçekleşirdi...
Daha sonra mahzûn ve gözü yaşlı nebî, küçük kızının elinden tutarak evine doğru yöneldi. Sahâbîler hemen etrafını sardılar. Evine kadar beraberinde gidip bıraktılar. Küçük Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, evde babasının üst başını kendi elleriyle ve gözyaşı içinde temizledi...
Bu hâdise sebebiyle Hazret-i Fâtıma'ya mecâzen "ümm-i ebîha: babasının annesi" denilmiştir.
İbn-i Mes'ûd -radıyallâhu anh- anlatır:
"-Allâh hakkı için ifade ediyorum ki, onları (o gün Peygamber bedduâsına dûçâr olan müşrikleri) Bedir savaşında gördüm. Hepsini katledip, ayaklarından sürüyerek Bedir kuyusuna attılar. Hepsi fecî bir âkıbete uğrayıp cehenneme gönderildiler..."
|
|
MUHAMMED ( A.S) VAHY GELISI
Muhammed (A.S), kırk yaşına gelince, (C.C) onun kerametini açıklamayı ve kullarına,onunla rahmet etmeyi dilediği zaman,Kendisine, ilk vahiy ve peygamberlik baslangıcı,uykuda Sadık rü`yalar görmekle olmuştur.
Peygamberimiz, altı ay bu hal üzere kaldı.
Yüce , bu altı Ay içerisinde Peygamberine, Uykuda, sonrada uyanık Vahiy etti.
Peygamberimiz, her yıl, Ramazan ayında Hira dağında bir ay itikafa girer,Kureyşilerin yapageldikleri gibi, yanına gelen yoksullara yemek de yedirirdi.Peygamberimiz, kavminin sürü sürü putlara tapıp durduklarını gördükce,onlardan uzaklaşmayı, Halvet ve Uzlete çekilmeyi özler, Hira dağına girer,Halvet ederdi.
Peygamberimiz (A.S),yüce tarafından Peygamber olarak gönderilecegi ve ilahi rahmetin, kullari, onunla ihsan olunacağı gün, gelmis bulunuyordu.
Peygamberimiz; Ramazan ayının on beşinci cumartesi ve on altıncı pazar gecelerinde, Hira mağarasında uyuduğu bir sırada,Rüyasında, Vahy meleği Cebrail (A.S) atlastan bir kab içinde bir kitapla gelip Peeygamberimize ``OKU`` dedi.
Peygamberimiz``Neyi okuyayım?`` diye sordu.
Cebrail,Peygamberimizi,nefesi kesilinceye kadar,sıktı.
Peygamberimiz,kendisini ölecek sandı.
Bundan sonra,Cebrail (A.S),bırakıp Peygamberimize,`` OKU``! dedi.
Peygamberimiz ``Neyi okuyayım?`` diye sordu.
Cebrail Aleyhisselam,Peygamberimizi,tekrar,nefesi kesilinceye kadar sıktı.
Peygamberimiz, kendini ölecek sandı.
Sonra, Cebrail Aleyhisselamın sıkmasından kurtulmak icin``Neyi okuyayım?`` diye sorduğu zaman, Cebrail Aleyhisselam, Alak suresinin başındaki beş ayeti okudu.
Peygamberimiz de, onları, okudu.
Cebrail Aleyhisselam, ayrılıp gittiği ve Peygamberimiz,uykudan uyandığı zaman, o ayetler,, sanki,bir kitap olarak Peygamberimizin kalbine yazılmış gibi idi.
Peygamberimiz, mağaradan ayrılıp Hidra dağının ortasına geldiği zaman,gökten,bir ses isitti ki: ``Ya Muhammed! Sen, Allahin Resulusun! Ben,Cebrailim !`` diyordu.
Peygamberimiz,basini kaldirip bakinca, Cebrail Aleyhisselam`i ayaklarini,gögün ufukuna basmis bir insan suretinde gördü!.
``Ya Muhammed! Sen, Allahin Rasulüsün!Ben, Cebrailim! Diyordu.
Peygamberimiz,duraklamis, Ona, baka kalmisti.
Ne bir adım ilerliyebiliyor,ne de,gerileyebiliyordu!
Eve döndügünde ,gördüklerini hazreti Haticeye anlatti,hazreti Hatice,``Sana Müjdeler olsun!
Yüce sana ,hayirdan baska bir sey yapmaz.!diyerek onu teselli etti.
|
|
HAZRETI HATICENIN PEYGAMBERIMIZI VERAKAYA GÖTÜRMESI:
Peygamberimiz, yüce tarafindan, Cebrail Aleyhisselamin getirip teblig ettigi Risalet vazifesini kabul ederek evine dönerek, hic bir agaca ve tasa rastlamadiki, kendisini selamlamasin!.
Peygamberimiz,yüregi titreyerek eve gelip,``Beni örtünüz!,beni örtünüz!``buyurdu.
Kalkinca, hazreti Haticeye basindan gecen olaylari anlatti.
Hazreti Hatice de onu alip Hiristiyanliga girmis olan,Veraka b.Nevfel´in yanina götürdü.Ona, Ey Amucamin oglu! Dinle bak! Kardesiyin oglu,ne söylüyor!
Veraka!´´ Ne gördün kardesimin oglu?´´ diye sordu.
Peygamberimiz;gördüklerini,isittiklerini,haber verince,Veraka:´´Senin bu gördügün,Allah tarafindan Musa Aleyhisselama indirilmis olan Namusul-Ekber´dir.
Ah Keske, kavminin,Seni (yurdundan)cikaracaklari zaman,ben,sag ve genc, dinc olsaydim!´´ dedi.
Peygamberimiz´´ Onlar, beni cikaracaklarmi ki? !´´ diye sordu.
Veraka ´´Evet! Cikaracaklardir.
Cünkü, senin gibi, bir sey getirmis kimse yoktur ki, düsmanliga ve iskenceye ugramasin!
Eger, ben, Senin davet günlerine yetisirsem, Sana,son derece yardim ederim!´´ dedi.
Cok gecmeden de, vefat etti |
.
|
İLK ABDEST VE ILK NAMAZ
Peygamberimiz, Hiradan döndügü ve Mekke´nin yukari tarafinda bulundugu sirada Cebrail Aliyhisselam, gelip vadinin bir kösesinde ökcesini yere vurdu.
Oradan, bir su kaynadi.
Cebrail Aleyhisselam, ondan Abdest aldi.
Peygamberimiz,Cebrail Aleyhisselamin Abdest alisina bakiyordu.
Cebrail Aleyhisselam,Namaz icin nasil Abdest alinip temizlenilecegini görsün diye,yüzünü dirseklerine kadar ellerini yikadi.
Agzini, su ile calkalandi.
Burnuna, su cekti, ve ona,Abdest almayi,Namaz kilmayi ögretti.
Peygamberimiz de hanımı hazreti Haticeye, Cebrailin öğrettiklerini öğretti.
|
PEYGAMBERIMIZIN TEBLIĞE BAŞLAMASI VE İLK MÜSLÜMANLAR
(C.C) ilk teblig emri olan ´´Ey örtülere bürünen (Resulüm), kalk ve insanlari uyar.´´ Ayeti celilesi gelince Peygamberimiz teblig görevine baslamis
ve insanlari Allahin birligine, davet etmeye baslamisti.
Davete ilk icabet edip müslüman olanlarin isimleri sunlardir:
Ilk Müslümanlik serefine sahip olan kisi hazreti Hatice´dir.
Hz.Ali,hz Ebubekir,hz Zeyd b.Harise,Bilal-i Habesi ve Annesi Hamame,Ebu Fukeyhe, Halid b.Said,Umeyne bint-i Halef,Amr b.Said,Zubeyr b.Avvam, hz. Osman,hz.Talha b. Ubeydullah,Sad b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b.Cerrah, Ebu Seleme,hz Ümmü Seleme,Osman b.Mazun, vb...
PEYGAMBERLIĞI VE MEKKE DÖNEMI
Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini getirdi. Artık 'ın Rasûlü, insanları hak din olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce O'nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi, âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurralıman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslâm'ın esasları ve prensipleri açısından değildi. İslâm, sır perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır, sâde, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslâm'ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir beşeriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların İslâm'a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindiği Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu İslâm'ı burada kabul etmişler, Hz. Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslâm davâsına gönül bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan çekinmeyen sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu oluşturmakla meşgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslâm davâsının ortaya çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.
İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm'ı açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm'ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber'e ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine İslâm'ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Meselâ azılı müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehâlet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslâm'ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan sahifeyi Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Tâlib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslâm'ı tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber, İslâm'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muâmele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi.
Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı, ardından Ebû Tâlib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben de Tâif halkının horlayıcı tavn, her ne kadar Rasûlünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak, Rasûlünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc mûcizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem'i müşahede etti. Böylece rûhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslâm'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslâm'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslâm kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Rasûlünü şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvâma erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı. İşte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslâm tarihinde "Akabe bey'atları * " adı verilmiştir.
HICRET VE İSLÂM DEVLETI:
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrâsı için hazırlıklar yapılırken Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir tezâhürât, sevgi ve saygıyla Hz. peygamber'i karşılıyor, şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldı.
Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslâm'a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm'ın bağımsızlığı ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibâren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devletı'nin idâre merkesi, htikümet binası, harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşâ etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının bütün İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân değil, aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran bir sembol ve şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr'dan bir kişi ile muhâcirûn'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muâhât *, başka bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanları olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâm'ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu.
[/color]
|
Davet`in bes devresi olup birinci devresi: Nübüvvet devresidir.
Davetin ikinci devresi:En yakin hisim ve akrabayi, Ahiret azabiyla korkutup uyarma devresidir.Davetin ücüncü devresi:Kendi kavmini,Ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.Davetin dördüncü devresi:Kendilerine, daha önce Ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.Davetin besinci devresi ise: Zamanin sonuna kadar, bütün Cinlerden ve insanlardan, kendilerine davet erisebilecek olanlari, ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.
PEYGAMBERIMIZIN VAZIFESINI ACIKTAN ACIKLAMASININ EMREDILMESI
Peygamberimiz, Tebliğin ilk devresi olan nübüvvet devresini üç yıl geçirdikten sonra
açıktan tebliğ emri geldikten sonra akrabaları olan Abdülmuttalip oğullarını kendisine inanmalarını ve ona yardımcı olmalarını istemişti.
Fakat akrabaları kendisine yardım etmediği gibi Amcası Ebu Leheb hakaret etmiş, bizi buraya bunun için mi çağırdın diyerek hakaret etmişti.
Bundan sonra Peygamberimiz, Kureyş kabilelerini, Safa tepesi yanına toplayarak onları İslama davet etti, bu davetten de Kureyşilerden açık bir destek alamadı. Hatta Amcası Ebu Lehep Peygamberimize Hakaret ederek ona taş attı, bunun sonucu Tebbet suresi inzal oldu.
İŞKENCELER
Peygamberimiz tebliği açıktan yapmaya başlayınca Kureyşiler müslüman olanlara işkence yapmaya başladılar.
Bu işkencelerin en fazlasını Peygamber efendimiz Aleyhisselam görüyordu.Ona, hakaret ediyorlar,namazını kılarken üzerine pislik atıyorlar,geçeceği yollara diken,butrak gibi şeyler saçıyorlardı. Secde de iken Deve İşkembesini ve pisliğini kafasına atıyorlardı.
Diğer Müslüman olan insanların da hemen hemen hepsi işkence görüyordu. Bunlardan köle ve cariye olanların işkencesi öylesine ağırlaşmıştıki tahammül sınırlarını aşmıştı.
En çok işkence gören Sahabileri şöyle sıralamak mümkün:
Bilal-i Habeşi,Zinnure Hatun,Ümmü Ubeys,Nehdiyye Hatun,Amir b.Füheyre,Lübeyne Hatun, Ebu Fukeyhe,Habbab b.Eret,Yasir b.Amir,Miktat b.Amr,Suheyb b.Sinan, vb...
EBU CEHL'IN PEYGAMBERIMIZI ÖLDÜRMEĞE KALKIŞMASI
VE NADR B.HARİSİN BİR KONUŞMASI ,
Nadr b.Haris'in Peygamberimiz Hakkındaki Konuşması:
Ebu Cehl, başından geçeni, Kureyşli müşriklerine anlatınca, Nadr b.Haris, kalkıp "Ey Kureyş cemeati ! Vallahi, sizin başınıza hiç bir zaman, bir benzerile mübtela olmadığınız,bundan sonra da, kolay kolay çaresini bulamayacağınız bir iş gelmiş bulunuyor!
Muhammed; Şakaklarına ak düştüğünü gördüğünüz zamana kadar, içinizde,en çok hoşunuza giden bir gençti.
En doğru sözlünüz ve en emininiz idi.
Nihayet, size getirdiği şeyle gelince, ona (Sihirbaz!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir Sihirbaz değildir!
Biz, Sihirbazları ve onların üfürmelerini, düğümlemelerini görmüşüzdür.
Siz, ona (Kahin!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir kahin değildir.
Biz, kahinleri ve onların titreyişlerini, görmüş ve Seci'li sözlerini, dinlemişizdir
Siz, ona (Şair!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir Şair de, değildir.
Biz, Şiiri görmüş ve onun her çeşidini: Hezec'ini, Recez'ini.. dinlemişizdir.
Siz, ona (Mecnun!) dediniz.
Hayır! Vallahi, o, bir mecnun da değildir.
Biz, delilikleri, görmüşüzdür.
Onun ise, ne boğulması, ne çarpınıp titremesi, ne evhamlanması, ne de,
sözlerini, karıştırması, vardır.
Ey Kureyş cemeati! Durumunuzu iyice düşününüz, gözden geçiriniz!
Çünki, vallahi, sizin başınıza, büyük bir iş gelmiştir ! ' ' dedi .
|
MİRAC
Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek 'ın huzuruna kabul edilmesi olayı. Mirac olayı hicretten bir yıl ya da onyedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşir. Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten 'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadis ayrıntılı biçimde anlatılır.
Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının kızı Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.
Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yanında Cebrail olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Musa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte yükseliş Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım" diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda 'ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden 'a şirk koşmayanların Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farı kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.
Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir kampanya başlatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu kampanya bazı müslümanları da etkileyerek şüpheye düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını araştırmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sınadılar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği bilgilerin doğruluğu müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Mirac olayı inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Sıddîk" lakabıyla onurlandırıldı. Hz. Ebu Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere "O söylüyorsa şüphesiz doğrudur" cevabını vermişti.
Ahad hadislere dayansa da Mirac olayının gerçekliğinde tüm müslümanlar birleşmişlerdir. Ancak olayın gerçekleşme biçimi İslam bilginleri arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Buna göre İbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bazı bilginlere göre Mirac olayı uykuda gerçekleşmiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğuna göre ise uyku durumunda ve rüyada değil, uyanık iken gerçekleşmiştir. Fakat bu görüşü savunanlar da Mirac'ın yalnız ruhla mı, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi olduğu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Sonraki Kelamcıların büyük çoğunluğuna göre mirac olayı uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir. İçlerinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu bazı bilginlerle mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre ise uyanık durumda iken ama yalnız ruhla gerçekleşmiştir.
Mirac olayının gerçekleştiği gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle ihyası gelenekleşmiştir. Osmanlılar döneminde, camiler kandillerle donatıldığı için Mirac kandili olarak anılan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayını anlatan ve Miraciye adı verilen şiirlerin okunması, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti.
MIRAC GECESINDE PEYGAMBERIMIZE VERILEN HEDIYELER
Mirac günü peygamber efendimiz (S.A.V) hediye olarak üç şey verilmişti: Bunlar; Beş Vakit Namaz, Bakara Suresinin Son Ayetleri, Ve Şirk Koşmamak şartı ile ‘’LA İLAHE İLLALLAH ‘’diyen her Müslümanın cennete girebileceği müjdesi. |
Efendimiz’in (s.a.v) kullandığı 40 öğretme metodu
« :»
--------------------------------------------------------------------------------
Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, evrensel bir eğitim-öğretim sistemi getirmiş ve bütün kalpleri, bütün ruhları, bütün akılları, bütün nefisleri ideal ufka yükseltecek bir mesaj sunmuştur. Sadece O’nun getirdiği sistemdir ki hem ruhu, hem aklı hem de nefsi, yükselebilecek en son noktaya ulaştırmıştır.
1. Efendimiz, söylediği hakikatleri bizzat yaşayarak hayatıyla göstermiştir.
2. Dinî yükümlülükleri tedrîcî (yavaş yavaş, basamak basamak) bir sistemle öğretmiştir.
3. Öğretmede orta yolda durmaya ve insanları bıktırmaktan uzak durmaya riayet etmiştir.
4. Öğrenenler arasındaki kişisel farklılıkları göz önünde bulundurmuştur.
5. Karşılıklı konuşma ve soru-cevap şeklini kullanmıştır.
6. Yanlış düşünceyi söküp atmak ve gerçek doğru bilgiyi net bir şekilde muhatabın kafasına yerleştirmek için aklî ölçüleri kullanmıştır.
7. Muhataplarına soru yöneltmiş, böylece onların zeka ve bilgi seviyelerini ölçmüştür.
8. Mukayese ve örneklendirme metodunu kullanmıştır.
9. Benzetme ve halk arasında yaygın olarak kullanılan örnekleri kullanmıştır.
10. Anlattığı hususu, elinde herhangi bir şey ile yere ve toprağa çizerek bizzat göstermiştir.
11. Sözle beraber jest ve mimiklerini kullanmış ve el ile işaretlerde bulunmuştur.
12. Önemine binaen, halin mümkün kıldığı bir nesneyi bizzat eline almış, eliyle kaldırmış ve arkasından söyleyeceği hususu söylemiştir.
13. Muhataplarından bir soru gelmeden söze önce kendileri başlamıştır.
14. Muhatabının sorusuna eksik ve fazla olmadan cevap vermiştir.
15. Muhatabının sorusuna, onun ihtiyacına binaen sorduğundan daha fazlasıyla cevap vermiştir.
16. Muhatabını, güzel bir hikmete binaen, sorduğu sorudan daha önemli bir hususa yönlendirdiği de olmuştur.
17. Soru soranın sorduğu soruyu tekrarlamasını istemiştir.
18. Muhatabın aldığı cevabı tekrar etmesini istemiştir. Böylece cevap unutulmayacaktır.
19. Bildiği bir husustan dolayı kişiyi imtihan etmiştir ki bununla doğru cevap vereceği için kişiyi sena etmek, övmek istemiştir.
20. Önünde olan bir olaya karşı susma yolunu tercih etmiştir.
21. Öğretme esnasında meydana gelebilecek imkan ve fırsatları değerlendirmiştir.
22. Latife ve şaka yoluyla öğretmeyi tercih etmiştir.
23. Öğrettiği hususu yeminle tekit etmiş perçinlemiştir.
24. Öğretilen hususun önemine binaen sözü üç kere tekrar etmiştir.
25. Konunun önemini oturuşunu ve duruşunu değiştirerek ve sözü tekrar ederek göstermiştir.
26. Cevabı geciktirerek muhatabın sorusunu tekrar etmesini sağlayarak onu uyarmıştır.
27. Muhatabı intibaha sevk etmek için, onu omzundan veya elinden tutmuştur.
28. Muhatabı teşvik için veya onu sıkıntıya sokacak bir durumdan dolayı, bazı hususların gizli kalmasını yeğlemiştir.
29. Söyleyeceği hususun hafızalarda daha iyi yer etmesi veya ezberlenmesi için, sözü kısa ve öz bir şekilde ifade etmiş, daha sonra ise ayrıntılarına geçmiştir.
30. Cevabın birkaç madde ile verileceği durumlarda önce cevabın kaç maddeden oluştuğunu bildirmek için sayıyı söylemiş daha sonra saymıştır.
31. Va’z etme, nasihat etme ve öğüt verme metodunu kullanmıştır.
32. İnsanların şevklerini kamçılama veya neticesi elem verici hususlardan şiddetle uzaklaştırma (Tergib ve terhib) metodunu kullanmıştır.
33. Kıssa ve geçmiş ümmetlere ve insanlara dair haberlerle öğretme metodunu uygulamıştır.
34. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda önce nazik bir hazırlık süreci hazırlamış ve soruyu öyle cevaplandırmıştır.
35. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda üstü kapalı olarak kinaye yoluyla ve işaret ederek yetinmiştir.
36. Kadınlara öğretmeyi ve nasihat etmeyi de asla ihmal etmemiştir.
37. Halin gerektirdiği durumlarda öğretme hususunda azarlayıp paylamayı (ta’nif) ve kızmayı (gadab) da ihmal etmemiştir. Ne var ki onun paylaması ve kızması da merhamet yörüngesinde ve ümmetinin selameti için olmuştur.
38. Talim ve tebliğde, kitabeti (yazma metodunu) da kullanmıştır.
39. Yabancı dilleri (mesela Süryaniceyi) öğrenmesi için bazı sahabeleri görevlendirmiştir ki bu husus da günümüzde dünyanın dört bir tarafında İslam’ın güzelliklerini öğrenmek isteyenlere karşı yapılacak vazifenin çok önemli bir basamağını teşkil etmektedir.
40. Bizzat kendi mübarek zatıyla talimde bulunmuştur.
|
Gül,aşıkların sevgiliye serenatıdır.Gözyaşıdır,duadır,yakariştır.Asr-ı Saadetten bir yadigar,bülbüllerin gönlünde ah-ü zardır .Alemlerin Efendisinin(s.a.v) kokusundan nasibi vardır :gull:llerin.Bu nasip yüzündendir ki,asırlardır bahtiyardır .Aşıkların ciğerinden akan kan,cümle çiçeklere sultandır . Şair şöyle başlıyordu:"Ben sözlerimle Efendiler Efendisini övmedim övemem.O'ndan bahsederek sözlerimi methettim sadece." Biz :gull:lerden bahseterek O'nun güzelliğini nasıl anlatalım? O'ndan bahsedildikçe güzelleşiyor hayat.O'nunla manasını buluyor yaratılmış ne varsa.Ve biz :gull:lerin Sultanı'nı tanımaya her zamankinden fazla muhtacız. (c.c) " O sizin için en güzel örnektir" buyurmadı mı? Hayatımızın her anında ,her alanında en güzel örnek O değil mi? Asaletin,inceliğin,zarafetin,ahlakın,letafetin zirvesinde O vardı.Ah O'nu bir tanıyabilsek.İşte o zaman hayatımız olurdu;evlerimiz bahçesi.
Hani bir gün Alemlerin Efendisi Aişe validemızden bir bardak su ister.Validemiz suyu getirince "Önce sen iç ya Aişe" der.Hz. Aişe suyu içer.Efendimiz bardağı alır ve suyu bardağın validemizin ıçtiği kenarından içer.Su :gull:ldür o an,bardak güldür,dudak ...
Hani validemiz sorar bir gün:
" Ya ResulAllah beni nasıl seviyorsunuz?"
"Kördüğüm gibi ya Aişe."
Seneler sonra bir kez daha sorulur aynı soru.Cevap aynıdır:
"Kördüğüm gibi."
Peygamber Efendimiz'in dünyada ki son günleridir.Soru tekrarlanır." Beni nasıl seviyorsunuz ya ResulAllah?" " Hala ilk günkü gibi ya Aişe..." Soru :gull:dür o an,cevap :gull:dür,gönül ...
Bir gün Efendimiz Sahabelerine seslenir. Siz biraz hızlı yürüseniz.Kendisi Hz.Aişe validemizle geride kalır." Yarışalım mı ya Aişe?" Koşmaya başlarlar.Hz.Aişe yarışı kazanmıştır. Yıllar sonra gene bir yolculukta sahabelerine " Siz ilerleyiniz" der.Validemiz o yarışı çoktan unutmuş,şişmanlayıp gelişmiştir.Hz. Aişe'ye döner Alemlerin Efendisi: " Gel, yarışalım" der. Bu kez Efendimiz kazanır. Tebessüm ederek " İşte bu, o yarışın karşılığıdır" der. Atılan her adım :gull:dür o demde,tebessüm ,ifade ...
Hayatımız O'nu örnek aldıkça güzelleşecek. Yuvalarımız Kainatın Efendisini tanıdıkça birer bahçesine dönüşecek. Ama, ah O' nu bir tanıyabilsek... 
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
 |
|
ANA MENÜ |
|
|
|
|
|
 |
|
GÜNÜN HABERLERİ |
|
|
| |